11 Aralık 2013 Çarşamba

Kar Tanesi




Kar tanesi;
Sıcacık evinde otururken sen
Cama vurduğunda,
Kristaller şeklinde düşen, ışıl ışıl…
Beyaz ve hafif bir billur tanesi.
Ama bir çadırda, küçük bir çocuğun üzerine yağıyorsa,
Bir annenin gözyaşı…
İnsanın yüreğini donduran,
Çığ olup büyüyen,
Her bir tanede...

8 Aralık 2013 Pazar

Çocukluğum


Uçan bir balondu çocukluğum,
Oynaya zıplaya elimde tuttuğum.
Elimden kaçıp, uçup gittiğinde,
Süzülüşünü seyre daldığım,
Rengarenk, alaca, gökyüzünde…
Çocuk ruhumun derinliklerinde.
Ne zaman kaldırsam başımı gökyüzüne,
Göz kırpan bana, en saf halimle…




1 Aralık 2013 Pazar

40 Mum



“Ölüm geliyor aklıma birden ölüm,
Bir ağacın gövdesine sarılıyorum…”
Cemal Süreya   
Ölüm bir insanın yapıp, edeceklerini, derin bir nefes alıp yola devam edişini, sevdiklerini, hayata dair gördüğü her şeyi geride bırakması ve geride kalanların da giden insanın kocaman boşluğu, hasreti ile baş başa kalmasıdır. Gidenin yeri dolmaz, hayat devam eder ama hep eksilerek yol alırız yarına…
Hayatın anlamına; bir insanın doğumuna ve ölümüne eşlik ederek daha çok yaklaşıyor insan. İkisi de mucizevi bir olay ama tabii ki birincisi inanılmaz bir mutluluk kaynağı olarak hayatımızda var olurken, ikinci tanıklık, büyük bir acı, eksiklik ve yitirme duygusu ile birlikte var oluyor.
Her ölüm erken ölümdür, hep hazırlıksız yakalanırız yakınlarımızın ölümlerine ki kendi ölümümüze de hazırlıksız olacağız büyük ihtimalle… Geride yapılacak işler, gidilecek yerler ve söyelenecek sözler bırakarak… İnsan yakıştıramıyor çünkü ölümü hiçbir sevdiğine. İşte bu yüzden sarılıyoruz yaşama, hayata dair her şey dört elle. Yahya Kemal Beyatlı’nın “Sessiz Gemi”sine binmeden önce…  
Bu gemiye er geç bineceğimizi bilmek daha da değerli kılıyor hayatı, yaşamı, sevdiklerimizle geçirdiğimiz her “an”ı…
Birçok düşünür ölüm geldiğinde ben olmayacağım, ben olduğumda ise ölüm yok diye avutur bizi ancak sevdiklerimiz öldüğünde işlemez bu varsayım ve biz olduğumuz yerde çaresizce baş başa kalırız sevdiklerimizin yokluğu ve de değiştiremeyeceğimiz bu acı gerçekle. Yitirdiğimizi bir daha göremeyeceğimizi bilerek.
Hep bir soluk kadar yakın aslında bizlere yok oluş, bu nedenle ertelememek lazım hiç bir şeyi, özellikle sevdiklerimizle ilgili… Sonrasında hissedilen derin yokluğun üzerine pişmanlıklar da ekleniyor ki, daha çok oturuyor insanının yüreğine…

Ölüme dair bir yaklaşım var çok sevdiğim, derler ki; “Bir kişi sevdiği birini kaybettiğinde kalbinde 40 mum yanarmış, her gün mumlardan biri söner ama son  mum asla sönmezmiş.”

İşte insan yol aldıkça hayatın içinde, kayıplarla birlikte kalbindeki mum sayısı da artıyor ve sonunda ateşten bir top oluyor insanın yüreği…

Zaman er geç alıştırıyor bizi yokluğa ve yandıkça kalbimizdeki mumlar, sevdiklerimiz de hep bizimle aslında… Tabii yokluklarıyla birlikte…


23 Kasım 2013 Cumartesi

Bir Öğretmenler Günü Hatırası




Aşağıda yer alan şiiri, yüzyılın eğitim reformu, bir Hasan Ali Yücel projesi olan Köy Estitüsü mezunu, ömrünü Türkiye'nin birçok köyünde ve sonrasında İstanbul'da nice aydınlık kuşaklar yetiştirerek geçiren bir ilkokul öğretmeni kaleme aldı. Eşimin babası, öğretmeni: İrfan Atalay.

Köy Enstitüleri Türkiye’nin kaybettiği en büyük değerlerden bir tanesidir. Eğitimi iyileştirmediğimiz, gencecik beyinlerde, yüreklerde yeni ufuklar açmadığımız, öğrenme heyecanı yaratmadığımız sürece bugünümüz ve geleceğimiz karanlıktan kurtulamayacaktır.

Geçmiş dönemlerde bu idealist aydınlık öğretmenlerin ışığında nice köy çocuğu, hayatlarında ilmi, öğrenmeyi keşfetti ve sevdi…

Şimdi ihtiyacımız olan da tam olarak bu aslında… Bu aydınlık meşaleyi taşıyacak idealist öğretmenler. Gencecik zihinlere ne düşüneceğini değil, nasıl düşüneceğini aktaracak öğretmenler... Güçlü olanın yanında olan değil, tüm öğrencilerine eşit mesafede olup, onların gelişimi için her birinin elinden birebir tutacak öğretmenler... Adaletli ve yetiştirdikleri çocukların gözlerindeki ışıktan güç alan öğretmenler...

Geleceğin aydınlık kuşakları ancak bilinçli ve aydın öğretmenler tarafından yetiştirilebilir. Dilerim ki güzelim çocuklarımız, şanseseri iyi öğretmenlere düşüp, güzel yetişmesin, yurdumda her çocuk, çok iyi öğretmenler tarafından iyi eğitilsin. Zira eğitim şansa bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir…

Aşağıdaki güzel şiir gibi birçok şiir kaleme alan İrfan Atalay’ın şiirlerini, ailesi olarak bir kitapta toplayarak bastırdık. Bizim kendisine “Öğretmenler Günü” hediyemiz olacak. Bu vesile ile tüm öğretmenlerin, üzerimde emeği olan tüm öğretmenlerimin öğretmenler gününü kutluyorum.

Dilerim tüm çocukların eğitim hayatlarında karşılarına çıkan tüm öğretmenleri; onları her daim bir adım ileriye, daha aydınlık bir geleceğe götürür…


Atam

Çok büyüksün bu cihana sığmazsın
Hep milletçe sana bağlıyız Atam.
Kalbimizde yerleşmiş bir taht kurmuşsun
Her yerde her zaman anıtsın Atam.

Sulhta yol gösteren, harpte öndersin
İnan her an kalbimde yaşarsın Atam.
Bir milletin övüncü, güven kaynağı,
Sen ülkemde doğan güneşsin Atam.

Yüzyıl yaşattık, yüz bin de azdır.
Güvenç kaynağımız, umutsun Atam.
Okulda, evimde, her yerde resmin,
Aslında yerin kalbimdir Atam.

Ordumda subaysın, en büyük kumandansın
Okulda hocasın, kitapsın, güvensin Atam.
Yediden yetmişe Türk’ün kalbinde,
Biz yaşadıkça, dünya durdukça her zaman,
Sen de yaşayacaksın Atam.

İrfan ATALAY


17 Kasım 2013 Pazar

“Bu Son Fasıldır Ey Ömrüm” Demeden Önce…




Bu hafta internette çok iyi bildiğimiz ama hep bilinç dışına ötelediğimiz, aslında hayatımızın en önemli gerçeğine dair bir haber okudum.
Avusturyalı bir hemşire olan, Bronnie Ware, ölmek üzere olan hastaların son haftalarına refakat ediyor ve bu vesile ile son sekiz yılda bir çok insanın hayatının son faslına hangi duygu ve düşüncelerin egemen olduğunu gözlemleyerek, çıkardığı sonuçları “The Top Five Regrets of Dying”adı altında bir kitapta toplamış. Şuanda sadece İngilizce baskısı olan kitapta ölmek üzere olanların en büyük beş pişmanlıkları sırası ile aşağıdaki gibi;
1. Keşke kendi hayatımı yaşama cesaretini gösterebilseydim.
2. Keşke o kadar çok çalışmasaydım.
3. Keşke duygularımı açıklama cesareti gösterebilseydim.
4. Keşke arkadaşlarımla daha fazla görüşseydim.
5. Keşke daha mutlu olmama izin verseydim.

Ne kadar yalın değil mi? Hayat da aslında daha sade yaşayabildiğimiz sürece çok daha keyifli ve daha kolay. Onu çetrefilli hale getiren bizleriz çoğu zaman, bizler ve düşüncelerimiz… Oysa basite indirgedikçe hayatın özü çıkıyor ortaya ve çok daha kolay yaşanıyor aslında...

Bazen bir solukta çıkabileceğimiz bir sorundan, düşüncelerimizin dallanıp budaklanması ile koca girdaplar yaratıyoruz ya da gündelik hayatın telaşlarına kapılıp hem kendimizi, hem sevdiklerimizi ihmal ediyoruz. Hayatı ıskalıyoruz.

Başkaları için, onları mutlu etmek için yaşanan hayatlar, iş-güç telaşında ertelenen dostluklar, bastırılan duygular, mış gibi yaşanan zamanlar…

Son fasıla gelmeden önce ömrümüz “bırakınız nasıl geçerse geçsin”demeyip; geriye dönüp keşke dememek için, önce kendimiz olup, hayatımızı avuçlarımızın içine alıp, ona şekil verebilme cesaretini gösterebilmeliyiz.

Çok geç olmadan önce... Hayattan daha fazla keyif almak, daha mutlu olmak ve tabii ki tüm bu pozitif duyguların eşliğinde daha uzun ve iyi yaşamak için…

9 Kasım 2013 Cumartesi

Sevgili Atatürk...

 
Sevgili Atatürk; Türk milletinin en büyük şansı ve en büyük hazinesi... Seni çok büyük sözlerle anmaya gerek yok, sadece yaptıklarını özetleyerek yazmak bile ne demek istediğimi anlatıyor…
Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)
Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)
Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)
Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)
Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)
Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)

Aşârın kaldırılması
Çiftçinin özendirilmesi
Örnek çiftliklerin kurulması
Sanayiyi Teşvik Kanunu’nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
I. ve II. Kalkınma Planları’nın (1933-1937) uygulamaya konulması
Ve daha sayamadığım, Türkiye Cumuriyetinin daha modern ve daha iyiye gitmesi için yapılan pek çok icraat. Tek bir satırda özetlenen muhteşem devrimler…
Özellikle bu devrimleri yaptığın zaman ki sosyal şartları değerlendirdiğimizde çağının çok daha ötesinde düşünen ve Türk Milleti’ni de o noktaya taşımak isteyen muhteşem bir bakış açısını görüyoruz. Kendi menfaatini düşünmeden sadece milletine, vatanına adanmış bir hayat. Bugün geldiğimiz noktadan çok daha farklı bir devlet adamı portresi...
Ne mutlu ki; bu topraklarda senin aydınlattığın yolu izleyerek bu günlere geldim, geldik. Bizler senin evlatların ve kurduğun, bizlere armağan ettiğin cumhuriyetin ilelebet koruyucuları, temsilcileriyiz.  
Sen hem devlet adamı, hem asker ama her şeyden önce bir insan olarak bizim Ata’mız oldun ve hala öylesin. Söylediğin sözler bugünü ve yarını aydınlatmaya hala devam ediyor ve seni hala anlayamayanlar da senin bulunduğun çağın da gerisinde bir zaman algısıyla “çağdışı” bir anlayışla yollarına devam ediyorlar. Gel gör ki, senin izinden giden biz aydınlık Türk gençliği, her şeyin farkındayız, sayende gelmiş olduğumuz bu noktada, ülkemiz ve geleceğimiz için kurduğun tüm değerlerin, sistemlerin her daim arkasındayız. İyi ki doğmuşsun ve de iyi ki Türkiye Cumhuriye’tinin kurucusu olmuşsun. O dönemlerde başka zihniyetlerin elinde olmuş olsa idik şu anda nasıl bir tablo içerisinde olacağımızı düşünmek dahi istemiyorum. Senin de söylediğin gibi her zaman dahili ve harici düşmanlarımız olabilir ancak bizler senin evlatların olarak her zaman senin izinde aydınlığa yol alıyor olacağız. Önümüze çıkan karanlıklarla ve çoğu zaman bilinçli yapılan karartmalara fırsat vermeyeceğiz. Rakamsal olarak bir ölüm yılın olabilir ancak, bizlerin içinde yaşamaya devam ettiğin sürece, ölmedin, ölemezsin... Biliyorum.
Şuan bu satırları ölümünün 75.yılında, senin yaktığın meşalenin sonuna kadar taşıyıcısı olacağımı bilerek ve maalesef bugün senin bıraktığın yolda, daha aydınlık bir tablo içerisinde olamayışımızın hayal kırıklığı içerisinde yazıyorum.

Diliyorum ki ileriki yıllarda, ruhunu huzura kavuşturacak daha aydınlık bir Türkiye’den,  daha güneşli yazılar yazabilirim…

3 Kasım 2013 Pazar

Bir Umuttur Yaşatan İnsanı



“Kendini seçemiyorsun,
Bırakıp kaçamıyorsun.”
Sezen Aksu

Çöp toplayan insanlar… Neredeyse her köşe başında gördüğümüz, gözlerimizi çevirip, vicdanımızı susturduğumuz. Belediyenin, devletin çoğu zaman görmemezlikten geldiği…
Aslında tam da belediyelerin yapmadığını yapıyor, geri dönüşümü sağlıyorlar. Camları, kağıtları ve plastikleri ayrıştırıyorlar. Bir gazete haberine göre “Bu yolla kentsel hizmet yapan çöp insanları, büyük kentlerde çöpün yeniden kazanım oranını İngiltere'deki oranın üzerine çıkardılar". Gülmek ve ağlamak arasında bir noktada seyrediyor insan bu gerçekleri.
En acısı çocukları görmek o arabaları çekerken. Kimi zaman o kocaman arabaların önünde bir yığının altında iki büklüm yükü çekerken, çekemeyecek kadar küçük olanlar ise ebeveynleri arabaları çekerken, çöplerin arasında otururken, çöpten oyuncaklar ile oyalanırken…
İşte yanınızdan geçen, bir an gözünüze çarpan aslında başlı başına bir hayatın ta kendisi. Kimileri pamuklara sarınarak çıkıyorken hayat denen yolcuğa, kimileri de bir çöp arabasının arka tarafında…
Yüzlerinde saf ama kararmış bir ifade, kendi rızkı ile giçinmeye çalışan kocaman dünyalar. Dilenen ya da yan kesicilik yapan insanlardan, çocuklardan çok daha saf yürekleri ile… Miquel de Cervantes’in dediği gibi; “Bütün acılar azalır, yeter ki ekmeğin olsun.”  Sadece elleri kirleniyor çöpe el attıklarında ama yürekleri pırıl pırıl. Asıl onları görmezden gelen, insan olmanın paydasında bu emekçi insanlarla buluşamayan, bu derin yaşam mücadelesini hissedemeyen, vicdanının sesini susturmuş insanların ellerindeki kir daha tedirgin eden.
Çöp toplayan insanlar ile ilgili belgesellere bakıyorum son günlerde ve görüyorum ki çoğu Anadolu’dan ekmek parası için gelmiş, birçoğu da terörden kaçarak büyük şehirlere sığınmış. “Evde çocuğunuz uyurken, dışarıdaki kurşun sesleri ile çocuğunuzun, ailenizin güvenliğinden endişe ettiniz mi hiç?” diye soruyor içlerinden bir tanesi, Hakkari’den terör saldırıları nedeni ile ailesini de alarak büyük şehre göç etmek zorunda kalmış, tabii birçok kayıp verdikten sonra… Her biri çalıp çırpmadan, ailesine bakabilmenin gururu ile bakıyor kameraların içine. İzlerken çok daha iyi anlıyorsunuz bu insanların hayat mücadelesini, umutlarını…
Hepimiz aynı ülkede, aynı devletin vatandaşı olarak bulunuyor, aynı bayrağın altında yaşıyoruz. Onlar da bizlerden biri ve hayat denen döngüde biz de bu yolla geçimimizi sağlamak zorunda olabilirdik. Bunu içselleştirerek bildiğinde kimseyi yargılayamıyorsun, insan olarak sadece diliyorsun ki, her birey insan olmanın güzelliklerini ve haklarını sonuna kadar yaşasın, yaşayabilsin. Hayat standardını yükseltebilmek için eşit hak ve fırsatlara sahip olsun ve özellikle hiçbir çocuk, hayallerinin, sıcacık yuvasının, oyuncaklarının uzağına düşmesin.
Her çocuk, annesinin sıcak kucağında, yumuşacık ninnilerle büyüsün. Minik yaşta nasırlaşmasın o güzel yürekleri, gözlerindeki ışık, içlerindeki umut sönmesin. Çünkü “Hayat olan yerde, umut da vardır.”(Marcus T. Cicero)
Hiçbir anne ve babanın çocuklarına sunamadıkları imkanlar nedeni ile yüreği burkulmasın.
Pırıl pırıl parıldasın hayalleri, yüzleri, en çok da elleri…
Dilerim.



27 Ekim 2013 Pazar

Cumhuriyet Kadını




Cumhuriyet kadını, bir erkeğin cumhuriyet imajını yaşatan karısı ya da kızı değildir. Bir bireydir. Toplumda bir birey olarak var olur ve kendi isteği doğrultusunda evlenir, yuva kurar ise yine birey olarak varlığına devam ederek, birey olma sıfatının hakkını veren, geleceği aydınlatacak evlatlar yetiştirir. En az üç çocuk doğurmaz, bakabileceği, yetebileceği ve yetiştirebileceği kadar çocuk sahibi olur ve tabii bu sayıya yine kendi özgür iradesi ile karar vererek... Bilir ki, “Büyük başarılar, değerli anaların yetiştirdikleri seçkin çocukların yardımıyla meydana gelir.”(Atatürk, 1923)
Ve yine bilir ki, kendi namusundan kendi sorumludur, namus bir erkeğin sadece karısı ve kızları üzerinden koruması gereken bir kavram olmayıp, bir toplumu oluşturan değerlere ve ahlaki kurallara bağlılığı ifade eden, herkesin kendi içinde yaşaması gereken bir olgudur. Kendi hür iradesi, fikri ve hayatı vardır. İnsanları kadın ve erkek olarak ayırmaz, insan olarak görür ve insan olmanın gerektirdiği empati ve sevgi ile hayata yaklaşır. Eğitimlidir ve eğitimli olduğu için cehaletin karşısında dimdik durarak yarınlara karanlığın sızmasını engeller, yalnızca aydınlığı süzer içinden.

Cumhuriyet kadını, kendisine verdiği önemden, haklardan ve kadına duyduğu saygıdan ötürü Ata’sına ve Cumhuriyet’e sahip çıkar…

Atatürk’ün kadına bakış açısına bakacak olursak her zamanki gibi, geçmişten bugüne ışık tuttuğunu görebiliyoruz. Cumhuriyet henüz kurulmadan, Atatürk cephelerde kadın ile ilgili sorunları tartışıyor ve kadınların iyi yetiştirilmesi gerektiğini her fırsatta vurguluyordu. Cumhuriyet’in ilanından dokuz ay önce kadın hukukunda inkılap yapılması gerektiğini şu sözleri ile ifade ediyor:
 “Bizim toplumumuzun başarı gösterememesinin sebebi kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan doğmaktadır…” Yaşamak demek faaliyet demektir. Bir toplumun bir organı faaliyette bulunurken diğer organı işlemezse o toplum felç olmuştur… Bizim toplumumuz için ilim ve teknik gerekli ise bunları aynı derecede hem erkek hem de kadınlarımızın edinmeleri lazımdır. Malumdur ki, her safhada olduğu gibi sosyal hayatta dahi iş bölümü vardır… Bugünün gereklerinden biri kadınlarımızın her hususta yükselmelerini temindir”.

Yine 1923 yılında gerçekleştirdiği bir konuşmasında “Kadınlarımız erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha çok bilgili olmak zorundadırlar.” diyor. Kadının aile içerisinde kültürün nesilden nesile aktarılmasında ve evlatların yetiştirilmesinde, aile içerisindeki iletişimin ekseninde bulunduğu rolünü ve önemini bilerek… Tüm bunları politik imajına bir vitrin olarak değil, kadının toplumdaki yerinin sağlam ve iyi temellere oturmasıyla devletin temellerinin de sağlamlaşacağını bilerek yapıyor.

Konu Atatürk olunca her şey alıntılardan ibaret oluyor, söyledikleri zamandan ve mekandan bağımsız her zaman geçerliliğini koruyor. 29 Ekim 1923 ve 90 yıl sonra bugün O’nun yıllar öncesinde aydınlattığı yolda bir kadın olarak onurla yürüyor, yukarıdaki naif ve hümanist bakış açısının hasretini çekiyorum.

Yine o günlere dönersek, aynı bakış açısı neticesinde Cumhuriyet ile birlikte, Medeni Kanunda yapılan değişikliklerle erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi yasaklanıyor. Kadının haysiyetini ve ruhunu çiğneyen bir uygulama tarihe gömülüyor… Yıl 1926…
Ayrıca kadın evlenme ve miras hukukunda da erkekle eşit haklara kavuşuyor, dini nikah yerine medeni nikah şart koşuluyor ve kadın evlilik hayatı ve sonrasında güvence altına alınıyor.

Medeni kanunun yanında Türk kadınına siyasal olarak da 1930’da belediye seçimlerinde, 1934’de de milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı veriliyor ve bu uygulamalarla birlikte kadının erkeklerle eşit eğitim hakkına sahip olması için çalışmalar yapılıyor.
Atatürk ve onun kurduğu Cumhuriyet sayesinde, bütün bu haklara bir mücadele başlatmaksızın kavuşmuş, toplum içerisindeki rolü ve yeri taçlandırılmışsa, çağdaş Türk kadınına bugün; bu hakların korunması ve ilerletilebilmesi, toplumun genelinde kadın-erkek eşitliğinin sağlanabilmesi için daha fazla sorumluluk düşüyor...

Cumhuriyet ve kadına tanınan tüm bu haklar Ata’mızın bizlere en büyük mirasıdır.  Atılan bu adımların sonrasında koşuyu tamamlamak, bayrağı daha ileriye götürmek  bizlerin elinde… Şairin dediği gibi ”Dünya düşse peşimize/ Yer sarsılsa yerinden/ Ne senden geçeriz ne senin eserinden.”
Ne Atatürk’ten, ne Cumhuriyet'ten…

Cumhuriyet Bayramı’mız kutlu olsun!




20 Ekim 2013 Pazar

Miskin Kedi


Bir yaşam biçimi olmadığı sürece, arada bir şeylere üşenmek, tembellik etmek fena değildir. Dünya bir dursun da şurada biraz kestireyim ruh halidir miskinlik. Binlerce yıldır aynı düzende dönüp duran dünyanın, bugün de işte her şey aynı diyerek dönüşüne ayak uydurmaktır. Bir durup, dinlenmektir. Bir kedinin güneş ışınlarının yeryüzünü ısıtmaya başlamasıyla, en uygun gölge alanda, çoklukla bir ağaç altında güzel gövdesini kıvırıp kıvrılıp yatmasıdır miskinlik… Koşturmaca, günlük hayatın hay huyunda imrenilendir çoğu zaman, bir nefes alabilmek için gerekendir.
Tembellik üzererine bir şaheser ararsanız, bir çırpıda  Ivan Gonçarov’un 1858 yılında yayınlanan romanı Oblomov derim. Romanın Rus soylusu olan başkahramanı Oblomov, sürekli olarak yeni fikirler geliştirir, düşünür ama bir türlü bunları hayata geçirecek enerjiyi kendi içinde bulamaz. Oblomov’un bu aşırı tembelliği, miskinliği Oblomovluk diye bir kavramın doğmasına neden olmuştur. Oblomov öylesine tembedir ki bir köy ağasının tek oğlu olup, bu tembellik neticesinde topraklarını kaybetmeye başladığı zaman dahi harekete geçmez. Miskinlik mevcut yeteneklerini de köreltir. Derin bir tembellik duygusu ve Oblomov’un üstünden çıkarmadığı yamalı, delik deşik hırkası romandan geriye kalanlar zihnimde ve ne zaman miskinlik etsem giyiyorum Oblomov’un hırkasını üstüme. İşte hırkayı arada çıkarıp harekete geçmezseniz ömür boyu yapışır Oblomovluk üstünüze. Bilinçli bir tercih olduğu sürece sorun değil bence...

Oblomovluk ne yazık ki toplumsal hayatın her kesiminde karşımıza çıkıyor. Her Oblomov hırkasını giyip evde oturmuyor, onları devlet dairelerinde, mecliste, özel sektörde, markette, hayata dair her yerde görebilirsiniz. Oblomovluğu içselleştirmiş, bu limanda demir atmış bu insanlar aslında ne yapmaları gerekiyorsa tam da onları yapmıyor, arada hırkayı giyip dingin bir köşede kimseye zarar vermeden seyre durmanın çok uzağında, başka insanlara her zaman yük oluyorlar, çoğu zaman zarar vererek. Oblomovluk aslında tipik bir Doğu insanını betimliyor.
Kontrol edilmediğinde, insanın içinde mayhoş duygular uyandıran ve içine gömüldüğünde geleceğin daha da belirsizleştiği bu his, sizin için gerekli olan adımları atmanızı engellediğinde, aslında başlamıştır size ve çevrenize zarar vermeye. Örneğin sınav formunu doldurmuyorsa kişi ya da yatırılmıyorsa faturalar son gününde ve ödeniyorsa her birinin diyeti tembellik uğruna, miskinlik ruhunuzu ele geçirmiştir. O zaman bakmak gerekir hal çaresine. 

Çünkü Oblomovluk öyle bir şeydir ki çok güzel şeyler yapabilecekken, giyersiniz hırkanızı ve oturursunuz yerinizde. Geriye kaçırılmış filmler, fırsatlar, gidilmemiş davetler, yapılmamış, edilmemiş bir sürü eksiklik bırakır. Gün olup geriye dönüp bakıldığında telafi edilemiyorsa kaçırılanlar, yapılamayanlar pişmanlık bırakır ki çok fenadır. Farkına varmak lazım aslında her fırsatın ve de farkındalığın da bir fırsat olduğunun. Geçmişe hayıflanmadan bugünü ve geleceği kurtarmak lazım eğer böyle bir hırka var ise üzerinizde. Hırkayı çıkarmak ve harekete geçmek gerek biran önce...
Miskinlik iyidir, güzeldir, hoştur, zaman zaman sığınılacak bir limandır ama demir attığınız zaman bitmemiş senfonilerin yarım melodilerinden ibaret olur yaşam… Oblomov en yakın dostunuz olur, hayallerinizde dünyayı kurtarır, kendinize yepyeni planlar yaparsınız da hiçbirini hayata geçiremezsiniz. Bir miskin kedi olup ararsınız deli divane bir ağaç gölgesi dinlenmeye de kış geliverir birdenbire. Ama ben senfoniyi bitiremesem de Franz Schubert’in 8. Senfonisi olurum diyorsanız, ne ala!

14 Ekim 2013 Pazartesi

Kum Saati



Bir kum saatinin ince beliyim
Zamanı usulca geçmişe çeviren
Ne kadar zamanda tükeneceği son kum zerresinde gizli
İbresiz bir saatim, akrepsiz, yelkovansız.
Özgürce geçerim zamanın imbiğinden
Zaman iyi ve güzelse bir çırpıda
Zor anlarda aheste revan süzülür her kum tanesi içimden
Sonu belirsiz bir sürede zamanı doldurmaksa aslolan
Dar bir boğazla bağlarım geçmişi geleceğe
Ve süzülerek geçer zaman içimden
Gittikçe hızlanarak…





6 Ekim 2013 Pazar

Üzgünüm Leyla...

Hayatım boyunca aklınıza gelebilecek her türlü konuda kendime dert edindim durdum. Bence üzüntü herhangi bir kişiye, olaya, duruma gereğinden fazla değer vermenin getirisi. İnsanın kendi kendine yaptığı büyük bir haksızlık.  Bu duygunun süreklilik addetmesi durumunda insanın içi kuruyup çölleşecektir, bu yüzden her üzüntünün ardından kişinin kendisini onarması, bozkırlaşan bölgelere çiçekler ekmesi gerekir. İyileşme süreci farkındalık ile birlikte girilebilen bir evre olup, insanın kendinin farkına varması ve bu süreç için bir adım atması önemlidir. Ben de durup dedim ki madem üzüleceğim, neye üzüldüğümü belirleyeyim. Üzüntü bir çukursa arada içine düştüğüm ve sık sık düşüyorsam bu girdaba bari süreci kendim yöneteyim ve zamanında çıkıp nefesleneyim.
Geriye dönüp bakıldığında aslında çoğu zaman sudan sebeplerle kendimizi üzdüğümüzü, endişe ettiğimizi, geçmişten gelen bu gibi huzursuz gölgelerle bugünün güneşini kapattığımızı görebiliriz. An, şimdidir, mutluluk şimdidedir, gün bugündür. Bugünü de dün yapmadan önce farkına varmalı insan elindeki değerlerin, mutlulukların ve kıymetini bilmeli yaşadığı anın.
Birçok araştırma sonucuna göre endişe ettiğimiz konuların başında; aslında en başta gelmesi gereken sağlık konularının, para ve iş ile ilgili konuların sonrasında geldiğini görüyoruz. Sağlık birinci sıraya ancak herhangi bir sıkıntı yaşanırsa geliyor. Oysaki sağlığımız olmadan ne işin ne de paranın öneminin olmayacağını çok iyi biliyoruz, ama bertaraf ediyoruz. Elimizde olmayanlara hayıflanmak yerine, elimizde olanlar ile kendi mutluluğumuzu yakalamak elimizde.
Çevremizi incelersek kendi ile mutlu olmayan, yaptığından, ettiğinden keyif almayan insanları hemen fark edebiliriz. Bu kişiler hem kendilerinden hoşnut olmayıp, hem de bu durumu değiştirmek için en ufak bir zahmete girmezler ve negatif bir enerji hareleri vardır. Bunun yanında kendini seven ve ne yapıp ediyorsa bunu büyük bir keyifle, kendi imzasını atarak yapanlar vardır. İşte bu insanlar da hemen fark edilir ki nasıl fark edilmek istiyorsa kişi kendi seçimi, yine kendi elinde. Önce insanın kendiyle yüzleşmesi ve barışması gerekiyor bence.
Yıllar öncesinde filozofların sesine kulak vermek gerekirse; Schophenauer mutluluğun önündeki iki önemli engelden biri olarak ıstırabı gösterir. Ve derki “Tüm istekler ihtiyaçtan, dolayısıyla yoksunluktan, dolayısıyla ıstıraptan doğar.” Çok daha uzun yıllar öncesinde ise Epiktetos “Mutluluk ile arzu birlikte olamazlar.” diye hali hazırda söylemiştir. Rousseau ise “Üzüntüler, yalnızlıkta büyük bir mutsuzluğa dönüşür, bir sinek bir canavar olur.” diye bizi uyarır. Tüm bunlar bilinçli olarak bizi üzüntüden uzak tutmaya yönelik söylemler olup tabii ki insan doğasında bu duygu tanımlı ise; elbet üzüntü içine düşeceğimiz durumlar da olacaktır. Nietzche’nin dediği gibi “Kahredici olan, acının varlığı değil, nedensiz acıdır.” Eğer üzülmek kaçınılmaz ise en azından buna değecek şeylere kendimizi kahretmeliyiz…
Üzüntülerden kendimizi azat etmek için basit iki neden sayacak olursak:
1-    Üzüntü ve endişe bizi hedeflerimizden uzaklaştırır ve daha verimli ve aslında üzüntü duyulan konuyu da aşabileceğimiz enerjiyi boşa sarf etmemize neden olur.
2-    Üzüntü ve endişe aynı zamanda fiziksel ve ruhsal olarak sağlığımız için de iyi olmayan sonuçlar doğurur.
Nihayetinde bu iki duygu bize bir şey kazandırmaz, kaybettirir... Bilinçli olarak kendimizi üzüntü girdabının sınırlarından ne kadar çekip çevirebiliyorsak o kadar kardır, o kadar iyidir. Tüm hayatımızın bu duygunun gölgesinde heba olup gittiğini düşünelim, tıpkı güftesi Vecdi Bingöl, bestesi Sadettin Kaynak’a ait Üzgünüm Leyla isimli eserde görüldüğü gibi gülümüz, yaprağımız solar, gönlümüze hazan dolar, bir ömür harap olur, gecenin rengini içimizin matemine katar dururuz da gelin görün ki Leyla’nın bundan hiç haberi dahi olmaz…

2 Ekim 2013 Çarşamba

Mesafe





Bir çocuğun gözünden uzaklaşabilirsiniz
Ama ruhundan uzaklaştığınızda
Geri dönüş için
Köprüleri yakmışsınız demektir…
Uzaklar arasındaki mesafe katedilebilir
Ama ruhlar kavuşmuyorsa,
Ayrılık bakidir.



*KARİKATÜR: Javad Alizadeh 13.Uluslararası Ankara Karikatür Festivali kapsamında yapılan Uluslararası 7-77 Karikatür Yarışması Finalisti



25 Eylül 2013 Çarşamba

Küçük Kara Balık


Ailesinin kuşaklarca yaşadığı, sorgulamadan sadece var olduğu, kendisinin de içine doğduğu derenin sınırlarını merak eden, gördüğü ile yetinmeyip, başka diyarları düşleyen bir balığın hikayesi… Tabii her farklı düşünen, düşündüğünü belli eden kişinin düşeceği yalnızlığın içerisinde… Çevresindeki herkes onu bulunduğu derenin ötesinde bir hayat olmadığına inandırmaya çalışırken, o içindeki sesi dinleyerek her şeyin bir sonu varsa, gecenin, gündüzün, yazın, kışın, bu derenin de bir sonu olmalı der ve büyük denizleri hayal eder. Sadece hayal etmekle kalmayarak herkesin, annesinin dahi onu yolundan çevirme girişimine kulaklarını tıkayarak “Balıkların çoğu yaşlandıkları zaman ömürlerini boşu boşuna geçirdiklerinden yakınırlar. Sürekli sızlanır, lanet okur, her şeyden şikayet ederler. Ben bilmek istiyorum; gerçekten de yaşamak dediğimiz şey şu bir avuç yerde yaşlanıncaya kadar dolaşıp durmaktan mı ibaret; yoksa dünyada başka şekilde yaşamak da mümkün mü?”  der ve yola koyulur. Yola revan olunca görür ki, karşılaştığı tüm canlılar, kendi dünyalarından başka dünyaları değil hayal etmek, var olabileceklerini dahi akıllarına getirmiyorlar.
Küçük Kara Balık, yoluna çıkan canlıları inceleyerek onlara sorular soran, merak eden, yeniyi arayan ve var olanı sorgulayan kendi küçük ama aslında kocaman bir balık. Denizleri düşlüyor ve derelerden, ırmaklara tüm bu yolları geçerken, kendini büyük denizlere, bu denizlerin büyük zorluklarına alıştırıyor. Gözünün gördüğünü, aklının söylediğini dile getiren bir balık. Bu yüzden yalnız devam ediyor keşif yolculuğuna ve tüm zorluklara tek başına göğüs geriyor. Ve farkında büyük denizlerde onu nasıl tehlikelerin beklediğinin: “Her an ölümle burun buruna gelebilirim. Yaşadığım sürece onun işini engellemek için elimden geleni yapacağım. Kuşkusuz ölümden kaçamayacağımı anlayınca gözümde önemini yitirir o, önemsiz olur. Önemli olan benim yaşamım ya da benim ölümümün başkalarını nasıl etkileyeceğidir…” der denize ulaşıp kabına sığmadığı ve karşılaştığı bir balık sürüsünün onu tehlikelere karşı uyarmasının ardından. Tıpkı yüzyıllar öncesinde Lucretius’un “Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum; o halde korkacak ne var?” demesi gibi. Bu düşüncelerle dalgınlaşan Küçük Kara Balık, birden kendisini bir balıkçılın gagasında bulur. Bu balıkçıldan kurtulmak için çareler ararken küçük kırmızı balıkla karşılaşır ve onu bulunduğu umutsuz durumdan kurtararak denize kavuşturur, ancak küçük kırmızı balık ne kadar beklediyse de bir daha Küçük Kara Balık’ı göremez. Kitapta bu hikayeyi babaanne on iki bin yavrusuna anlatmaktadır ve hikayenin sonunda, dinleyen on iki bin balık hep birlikte Küçük Kara Balık’a ne olduğunu merak ederler. Babaanne onu da başka bir zaman anlatacağını söyleyerek balıkları uyumaya davet eder ve hikaye şöyle biter: “Ama küçük bir kırmızı balığı bir türlü uyku tutmuyordu. Bütün bir gece hiç gözünü kırpmadan denizi düşündü durdu…”
Bu “çocuk” kitabında anlatılan hikaye aslında gerçek dünyayı betimliyor, gerçek dünyanın kötülükleri ve güzellikleri ile… Tıpkı Küçük Kara Balık gibi, yaşlandığında bugün bildiğinden daha fazlasını bilmek ve daha fazlasını keşfetmek, yaşamak, fark yaratmak isteyen, dogmaları, kurulu düzeni sorgulamadan kabul etmeyen herkesi büyük denizlere sürüklüyor. Büyük denizlerden okyanuslara uzanan yolda, bütün bu güzellikleri yaşarken insan tabii ki bir bedel ödüyor ancak güzel sularda seyrediyor. Bambaşka diyarlarda dolaşıyor. Risk almadan yola devam edilmiyor. Sorgulayan, başkasının bildiğini sünger gibi emmeden kendi bilincinin süzgecinden geçiren bireylerin masalı Küçük Kara Balık… Yediden yetmişe her daim okunası, okutulası bu kitap, 1980 ihtilali sonrasında Türkiye’de de, masalın ana vatanı İran’da, hem kitabın, hem yazarının uğradığı yasağa kurban gidiyor. Sistemi sorgulayan, denizleri düşleyen, hayallerinin peşinden giden her birey potansiyel bir tehlike oluşturuyor çünkü… Tıpkı kitabın giriş sayfasında dile getirilen; Samed Behrengi’nin Aras Nehrinde ölü bulunması ve kimsenin boğulduğuna inanmaması gibi. Çünkü her türlü baskı rejimine karşı çıkan, ülkesinde hüküm süren Şahlık sistemini eleştiren, yazdığı masallarla, hikayelerle bu duyguları pekiştiren, tüm dünyada sevilip, sayılan bu ölümsüz kitabın yazarı Küçük Kara Balık’ın ta kendisiydi. Korkusuzca yola çıktı büyük denizlere ve zamana karşı yol alırken bırakmadı çocuksu cesaretini geride. Yine eski zamanlardan yükselen Lucretius’un “Çocukların kör karanlıktan korktuğu gibi bizde aydınlıktan korkarız, çocukların karanlıktan dehşetle beklediklerinden daha korkunç olmayan şeylerden...” dediği gibi üstüne gitti tüm karanlıkların. Aydınlıkla üstesinden gelinebileceğini bilerek tüm korkuların.
Küçük Kara Balık, kendi küçük deresinde ertesi gün bir balıkçı oltasına takılıp gidebilirdi, o ise büyük denizlerin izinden gitti… Hem yaşamı, hem de ölümü ile karşılaştığı tüm canlıları etkiledi… Tam da hayal ettiği gibi arkasında denizi düşleyen küçük kırmızı balıklar bıraktı, bu küçük kırmızı balıkların bir gün küçük kara balık olarak denizin peşinden gideceğini düşleyerek…

19 Eylül 2013 Perşembe

Hayat Güzeldir / Acıları Oyun Yapmak


“Hayat Güzeldir” filmi, II. Dünya Savaşı zamanında karısı ve oğlu ile birlikte Yahudi kamplarına götürülen Yahudi bir babanın (Guido), çocuğunu (Giosue) bu korkunç trajedi ve ölümden korumak için gerçekleştirdiği müthiş savaşı anlatıyor. 1998 Cannes Film Festivali'nde Büyük Ödül'ü kazanan ve 1999'da 7 dalda Oscar'a aday olan film, en iyi yabancı film, en iyi erkek oyuncu ve en iyi müzik dallarında bu ödülü kazandı. Filmi izlediğimde bütün bu ödüllerin yanında en mükemmel insanlık ödülü de benden işlenen konuya gitti. Keşke her çocuğun çevresinde; onun güzel, masum dünyasını her türlü kötülükten koruyacak böyle bir melek bulunabilse… Aslında öncelikle çocukların dünyasını karalara bulayacak ortamların olmaması istenen. Sonuç olarak tüm keşkeler gibi maalesef sadece hayal edilen.

Filmde Guido; içerisinde bulundukları ortamı, bir oyun bahçesine dönüştürerek, oyunun sonunu başarıyla getirmeleri durumunda büyük ödülün doğum gününde almasını istediği tank olacağını söyler. Yaşanan tüm zorluklar ve kötü koşullar oyunun bir parçası olup, bütün bunların büyük ödülü kazanmaları için ödemeleri gereken bedel olduğunu anlatır. Gerekli olan 1000 puanı topladıklarında oyunu ve tankı kazanabileceklerdir. Böylece küçük Giosue, toplama kampında aslında olması gereken ruh halinde hiç olmayıp, babası ile oynadıkları oyunun sihirli duvarlarıyla korunup acı çekmemiş, hayalleri ve düşleri çocuk kalabilmiştir. Bu son derece etkileyici filmin sonunda Giosue dört buçuk yaşında Amerikan askerlerinin kampı ele geçirmesiyle kurtulur; ancak ne yazık ki babasını kaybeder.

Giosue babasının acıları oyun yapması sayesinde kendi küçük güzel dünyasında en acı ortamda dahi hayata tutunabilmiş, çocuk ruhunu koruyabilmiştir. Acıları oyun yapmak… Hayatı bir çocuğun kalbinden yorumlamakla, onun gözleriyle görmekle mümkün olabilir ancak. Ve tüm güzellikler gibi emek gerektirir… Ancak gerçek hayatta her çocuk benzer şanssızlığın içinde aynı şansı yakalayamamaktadır. Maalesef dünyanın acımasız düzeninde faturalar ilk önce çocuklara çıkarılıyor. Çocuklar hayatın acı ve kirli yönüyle tanışıyor, minik yürekleri hayatın, en yürekli yetişkinleri dahi çaresiz bırakacak zorlukları ile mücadele etmek zorunda bırakılıyor. Pırıl pırıl gözlerdeki hayal kırıklıkları, bir güneşin ufukta usulca erimesi gibi, geride kıpkırmızı hareler bırakıyor. Bu acıyla katmerleniyor çocuk yürekleri, minik hayalleri. Dünyadaki bütün güzellikleri hak eden çocuklarımıza, nasıl bir dünya sunuyoruz? Ülkeler kendi çıklarları doğrultusunda savaşıyor ve yine en başta bu diyeti çocuklar ödüyor. Bütün bu çıkar çatışmalarının içinde onların bugünleri, gelecekleri karalanıyor. Yaşanan tüm bu olumsuzlukların, bir bileğin kırılması, bir uzvun ağrıması gibi belirgin ve tedavi edilebilir olmanın ötesinde ve çok daha ilerisinde psikolojik olan ve her görünmeyen yara gibi üstüne gidilmeyen, tedavi edilmeyen, gitgide açılan yaralar halinde geleceğe uzanan bir yönü de var.

"Sözsüz, yazısız, toplumsuz ve hepsinden kötüsü sure giden korku ve zora bağlı ölüm tehlikesi ve insan yaşamı, yalnız, yoksul, kaba, kötü ve kısa."
Thomas Hobbes (1651)

Ne yazık ki 1651 yılında söylenmiş bu söz, bugünün de genel fotoğrafını veriyor. Toplumların modernleşmesi ile birlikte savaş alanları artık sivil halkın yaşadığı, günlük hayatın geçtiği sokaklar, meydanlar, parklar… Politikanın insan yaşamının önüne geçtiği günümüzde, bir çocuğun hayatının ne yazık ki yeri yok dünya siyasetinde. Halbuki bir tek çocuğun hayatı dahi paha biçilemezken nasıl olur da kanıksanır bunca kayıp? Çocuklarımız gökyüzündeki milyonlarca yıldız gibi, ışıl ışıl gülümsüyorken güzel gözleri, dilerim ki karartmasın dünya üzerindeki hiçbir kötülük o masum yüzleri…

Her kayıp, savaşın olduğu, çocukların kötü muameleye uğradığı, acı çektiği her coğrafyadan gelen her bir görüntü, vicdanını yitirmemiş, çıkarlarının insan olmanın önüne geçmediği yüreklerde derin yaralar açıyor. Aziz Nesin’in dediği gibi “Öyle bir ölsem / Öyle bir ölsem çocuklar / Size hiç ölüm kalmasa.” dedirtiyor…


Bir gün çocuksu düşlerin, gerçek hayata galip gelmesi dileğiyle…

17 Eylül 2013 Salı

30=Eşik


“Bazen daha fazladır her şey,
Bir eşikten atlar insan…”

Sezen Aksu
Eşikler içerisi ve dışarısı arasında yer alır, eğer bir eşikte isen ne içerde ne de dışarıdasındır artık… Bazen iki oda arasındaki kot farkını kapatmak, bazen dışarı ve içeri arasında yağmur suyu, toz, toprak girmesin diye yapılır eşikler…Ruhsal olarak Türk Dil Kurumu’na göre "bir tepkinin başlamasında, ortaya çıkmasında etkili olan ruhsal, fizyolojik nokta” dır eşik. Bir türlü basılamayandır, basılmaması gerekendir. Eskilere göre ya kutsal olduğu için, ya cinlerin yeri olduğu için, ya oturanın çocuğu olmayacağı için, ya evlenemeyeceği için basılması yasak bölgedir… Eskiler tekinsiz bulur eşikleri… Uğursuz sayarlar… Bana göre arada bir eşikte durup içeriye ve dışarıya bakmakta fayda vardır. Ruhunun nereye ait olduğunu sorgulamakta… Ama en nihayetinde eşik eşiktir, ataların dediği gibi tekinsiz yönleri elbette vardır ve insan ruhu yaş alıp belli bir yere geldiğinde bir yere ait olmayı arar… Eşik araftır, aradadır, ne içeriye ne de dışarıya aittir… Bir kararla kararsızlık arasındaki o bulanık anda, çok fazla demir atmamak gerekir. Eşikte durup baktığında içerinin bildik dingin sularındaki huzurla, dışarının bilinmez rüzgarlarında yaşanacak maceraların kaosu arasındasındır… Eşikte bir anlamda güvende hisseder insan kendini, dilediği anda içeriye girebilir ya da eşikte durup bilinmeze göz gezdirebilir. Ama yanıltıcıdır bu kaygan bölge… İçerinin sıcaklığı da dışarının rüzgarı ile azalacaktır eşikte durdukça… Ya içeride, ya dışarıda olunmalıdır bir süre sonra. Ve kapı sımsıkı kapanmalıdır ardından… İçeriyi de dışarısı yapmadan önce… İnsan, dışarıya da çıksa içerisinin sıcaklığını bozmamalıdır bence… O yüzden eşik cesaret gerektirir, ama zor iştir… Nihayetinde severim eşikleri, onları geçmeyi…

“ve bir kadın beyaz, sakin, büyülü
göğsünde kanayan bir zaman gülü
mahzun bakışlarla dinler derinde
olup olmamanın eşiklerinde.”
Ahmet Hamdi Tanpınar


30 yaş… Genç olmak için yaşlı ve yaşlı olmak için de çok genç olunan bir yaş… Bir eşiktesindir yine ama zaman bu eşikte ne kadar kalacağını belirleme lüksünü tanımaz sana… 30 yıl bir çırpıda nasıl geçtiyse, hemen atlarsın bu eşikten de… Oysa işte böyle bir eşikte konaklama şansı olsa insanın… İnsanın kendini daha çok sorguladığı bu dönemde yara almadan daha da güçlenerek olgunluğa doğru kendi kendine yenilmeden yol almaya çalışmak lazım… Artık geçen zamanın deneyimiyle insanlara daha az şaşırıyor ve onları daha az ciddiye alıyorsun ve kendini onlardan korumayı öğreniyorsun… Aynı anda her şey olamayacağını, sabretmeyi öğreniyorsun, acı olsa da fark ediyorsun…30 yaş bir kadının en güzel yaşı… Bir suyun damıtılması, çayın demlenmesi, rakının üzerine suyun usulca dökülmesi gibi… İnsanın elindekilerin değerini daha çok anlamaya başladığı bir dönemeç…

30’lu yaşlarınla birlikte artık barışmaya başlıyorsun kendinle. İlk gençliğinde seni çok zorlayan, hatta nefret ettiğin kusurlarını bile sevmeye başlıyorsun. Kendinle yüzleşiyor ve tüm bunları bir avantaja dönüştürebiliyorsun, tabii eğer istersen… Kaz ayakların daha çok belli oluyor güldüğünde ve aslında gülüşlerin derinleşiyor, anlam kazanıyor görmesini bilene. Daha çok anı, daha çok kitap, daha çok sevgi biriktirmek istiyorsun yarına...

Dünya üzerinde öyle çok acı ve ölüm var ki… Artık bütün bu hüzünler daha çok oturuyor insanın yüreğine… Sanki bütün haksızlıklar bir çığlık gibi kopuyor içimde. Bir yolculuksa hayat ve sonu belli değilse, güzel bir dönemece girdiğini hissediyorusun… Bunca yalnızlık ve ölümün içinde 30’unu görmenin mutluluğunu yaşıyorsun. Her bebeğin, her masum çocuğun, insanın, gencecik yüreğin ölümünde bir parça utanıyorsun... Ne mutlu eğer yalnız değilsen bu yolda… İnsan, ancak dostlarıyla atlatabiliyor bütün bu rutinleşen trajedileri, ölümleri. Biliyorsun ki ancak bir dost kaldırabilir seni düştüğün yerden… Sadece güzel dostlar ve anılar kalıyor zamanın imbiğinden süzülüp yarına… Ve ancak bunlar bir parça huzur veriyor insanın ruhuna. Bu özel yaşta kendi adıma, dilerim sular durulsun, sakin güzel bir bilgelik kalsın geride… Hayatın anlamı daha da demlensin yüreklerde…

Atlayacağımız eşiklerden biri de 30 yaş ise, bu eşikten atlarken, çocuksu gülüşleri, masumiyeti, güzel bir dünya hayalini ve  geleceğe dair umutları geride bırakmamalı hiçbir zaman.  İnsan 100 yaşına da gelse yaşama sevinci ve mutluluğun anahtarı bu servette yatıyor bence…Bir eşikten atlayarak değiştirirken mekanı, hep daha iyi ve güzele evrilmek asıl gaye...