28 Nisan 2016 Perşembe

Hayvan Çiftliği



George Orwell okuyorum bu aralar… Sanki yanı başımdan sesleniyor bana ve fısıldıyor tüm yaşananları, insanları, zaafları, katlanamadığım ya da olmasını istediğim her şeyi. Yıllar önce nasıl Oğuz Atay’ın dayım olmasını istediysem, Oğuz Atay’ın da kesinlikle George Orwell ile akraba olduğunu düşünüyorum bugün. Bu durumda ben de direkt olarak akraba statüsüne erişiyorum tabii ki.

Yıllar önce okumuştum 1984 romanını. Aklımda her şeyin yasaklı olduğu bir ortamda kitapların serbest ve her yerde olduğu kalmış, kimse onları okuma zahmetine girmediği için yasaklama zahmetine de gerek bulunmuyor. Tıpkı bugün gibi değil mi? Bilgi her yerde, yanı başımızda, bir tık uzağımızda ama yine de erişilemiyor nasıl oluyorsa…

Son günlerde Hayvan Çiftliği ve Aspiditra adlı romanlarını da bir çırpıda okuyup, nasıl oldu da bu kadar zaman 1984 romanını bu kadar sevmeme rağmen bu romanları okumadığıma yanarak ve büyük bir keyifle okudum, okuyorum George Orwell’ı . Bugün elimde “Boğulmamak İçin” ve sırada “Neden Yazıyorum”, “Balinanın Karnında”, “Burma Günleri”…  Hayran kalarak kurduğu dünyaya ve dünyayı yorumlayışına… Oh be diyerek “ağzına sağlık” ve kimi zaman engel olamayarak kahkahalarıma… Müthiş bir ironi ve harika bir üslup. Zekasına ve hayata karşı duruşuna hayran kalarak çeviriyorum sayfaları.

Aspidistra’sında yine o harika üslubu ile 30’lu yıllarda İngiltere’de sınıf atlamaya çalışan orta sınıfı ve ritüelleri öyle keyifli bir şekilde anlatıyor ki, o yıllarda Londra sokaklarında dolaşıp evinizin bir köşesinde duran aspidistraya muzipçe gülümsüyorsunuz.

Ama asıl konumuza henüz giremedik ki başlığını atmışız: Hayvan Çiftliği. Neyse günümüzde de gündem öyle güzel sarpa sarıyor ki ona bir gönderme olsun. Bir konu hakkında konuşup aslında o konu ile ilgili hiç bir şey söylememek adet oldu çünkü ama ben o kadar dayanamayacağım tabii ki…

Hayvan Çiftliği’ni siyasetin bugünü ve dününü anlamak isteyen herkes okumalı bence. Özellikle halkın kandırıldığı ve haklarının yenildiği doğrultusunda vicdan azabı çeken ben ve benim gibiler… Bir çeşit vicdan rahatlaması ile bir anlık rahat bir nefes aldırıyor insana… Hayvanlar bir devrim yapıyorlar ve yönetimi insanların elinden alarak kendi çiftliklerini kendileri yönetiyorlar. Yönetim biriminde yetenek ve beyin gücü olarak daha üstün buldukları domuzlar yer alıyor. Ancak bir müddet sonra tüm süreç eski haline ve giderek eskisinden daha da kötü şartlara evriliyor.

Hayvanlar yönetimi ele geçirdikten sonra bir manifesto yazıyorlar ve bu manifestoda  yer alan tüm maddeler ileriki dönemlerde domuzların ihtiyaçları doğrultusunda madde madde o günün ihtiyaçlarına göre dönüşüme uğruyor. Bir örnek ile özetleyecek olursak; en çarpıcı olan madde “Hiçbir hayvan diğerini öldürmeyecek”, sonrasında istikrarın devam etmesi açısından domuzlar tarafından bazı hayvanların öldürülmesi ardından“Hiçbir hayvan geçerli bir sebebi olmaksızın öldürülmeyecek” olarak çevriliyor. Tabii teşkilattaki diğer domuzlar tarafından hemen nabız yoklanıyor ve kimse maddenin eski halini hatırlayamıyor. Yeni düzen kısa sürede kanıksanıyor. Romanın sonunda tüm maddeler teker teker iktidar ve “düzen”in devamı adına tabii ki “domuzlar” lehine teker teker değişime uğruyor. Olan tabii ki diğer hayvanlara oluyor ancak düzen devam ediyor.

İnsanların zulmünden ve hükmünden kaçan hayvanlar, bu kez domuzların zulüm ve hükmüne maruz kalıyor ve hepsi zamanla gerçekleşiyor. Romanın sonu ise çok çarpıcı, domuzlar ve insanlar bir masada yemek yiyerek bir kutlama yapıyorlar ve diğer hayvanların camdan gördükleri bu manzarada domuzlar ve insanların yüzleri birbirine karışıyor… Bu manzara bana aynı zamanda Emre Kongar’ın “İçimizdeki Zalim (Anlamak ve Üstesinden Gelmek)” adlı kitabındaki, “Dünün mazlumu, bugünün zalimi oldu” sözünü hatırlatıyor ve yeni bir bakış açısı sunuyor.