27 Ekim 2013 Pazar

Cumhuriyet Kadını




Cumhuriyet kadını, bir erkeğin cumhuriyet imajını yaşatan karısı ya da kızı değildir. Bir bireydir. Toplumda bir birey olarak var olur ve kendi isteği doğrultusunda evlenir, yuva kurar ise yine birey olarak varlığına devam ederek, birey olma sıfatının hakkını veren, geleceği aydınlatacak evlatlar yetiştirir. En az üç çocuk doğurmaz, bakabileceği, yetebileceği ve yetiştirebileceği kadar çocuk sahibi olur ve tabii bu sayıya yine kendi özgür iradesi ile karar vererek... Bilir ki, “Büyük başarılar, değerli anaların yetiştirdikleri seçkin çocukların yardımıyla meydana gelir.”(Atatürk, 1923)
Ve yine bilir ki, kendi namusundan kendi sorumludur, namus bir erkeğin sadece karısı ve kızları üzerinden koruması gereken bir kavram olmayıp, bir toplumu oluşturan değerlere ve ahlaki kurallara bağlılığı ifade eden, herkesin kendi içinde yaşaması gereken bir olgudur. Kendi hür iradesi, fikri ve hayatı vardır. İnsanları kadın ve erkek olarak ayırmaz, insan olarak görür ve insan olmanın gerektirdiği empati ve sevgi ile hayata yaklaşır. Eğitimlidir ve eğitimli olduğu için cehaletin karşısında dimdik durarak yarınlara karanlığın sızmasını engeller, yalnızca aydınlığı süzer içinden.

Cumhuriyet kadını, kendisine verdiği önemden, haklardan ve kadına duyduğu saygıdan ötürü Ata’sına ve Cumhuriyet’e sahip çıkar…

Atatürk’ün kadına bakış açısına bakacak olursak her zamanki gibi, geçmişten bugüne ışık tuttuğunu görebiliyoruz. Cumhuriyet henüz kurulmadan, Atatürk cephelerde kadın ile ilgili sorunları tartışıyor ve kadınların iyi yetiştirilmesi gerektiğini her fırsatta vurguluyordu. Cumhuriyet’in ilanından dokuz ay önce kadın hukukunda inkılap yapılması gerektiğini şu sözleri ile ifade ediyor:
 “Bizim toplumumuzun başarı gösterememesinin sebebi kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan doğmaktadır…” Yaşamak demek faaliyet demektir. Bir toplumun bir organı faaliyette bulunurken diğer organı işlemezse o toplum felç olmuştur… Bizim toplumumuz için ilim ve teknik gerekli ise bunları aynı derecede hem erkek hem de kadınlarımızın edinmeleri lazımdır. Malumdur ki, her safhada olduğu gibi sosyal hayatta dahi iş bölümü vardır… Bugünün gereklerinden biri kadınlarımızın her hususta yükselmelerini temindir”.

Yine 1923 yılında gerçekleştirdiği bir konuşmasında “Kadınlarımız erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha çok bilgili olmak zorundadırlar.” diyor. Kadının aile içerisinde kültürün nesilden nesile aktarılmasında ve evlatların yetiştirilmesinde, aile içerisindeki iletişimin ekseninde bulunduğu rolünü ve önemini bilerek… Tüm bunları politik imajına bir vitrin olarak değil, kadının toplumdaki yerinin sağlam ve iyi temellere oturmasıyla devletin temellerinin de sağlamlaşacağını bilerek yapıyor.

Konu Atatürk olunca her şey alıntılardan ibaret oluyor, söyledikleri zamandan ve mekandan bağımsız her zaman geçerliliğini koruyor. 29 Ekim 1923 ve 90 yıl sonra bugün O’nun yıllar öncesinde aydınlattığı yolda bir kadın olarak onurla yürüyor, yukarıdaki naif ve hümanist bakış açısının hasretini çekiyorum.

Yine o günlere dönersek, aynı bakış açısı neticesinde Cumhuriyet ile birlikte, Medeni Kanunda yapılan değişikliklerle erkeğin birden fazla kadınla evlenmesi yasaklanıyor. Kadının haysiyetini ve ruhunu çiğneyen bir uygulama tarihe gömülüyor… Yıl 1926…
Ayrıca kadın evlenme ve miras hukukunda da erkekle eşit haklara kavuşuyor, dini nikah yerine medeni nikah şart koşuluyor ve kadın evlilik hayatı ve sonrasında güvence altına alınıyor.

Medeni kanunun yanında Türk kadınına siyasal olarak da 1930’da belediye seçimlerinde, 1934’de de milletvekili seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı veriliyor ve bu uygulamalarla birlikte kadının erkeklerle eşit eğitim hakkına sahip olması için çalışmalar yapılıyor.
Atatürk ve onun kurduğu Cumhuriyet sayesinde, bütün bu haklara bir mücadele başlatmaksızın kavuşmuş, toplum içerisindeki rolü ve yeri taçlandırılmışsa, çağdaş Türk kadınına bugün; bu hakların korunması ve ilerletilebilmesi, toplumun genelinde kadın-erkek eşitliğinin sağlanabilmesi için daha fazla sorumluluk düşüyor...

Cumhuriyet ve kadına tanınan tüm bu haklar Ata’mızın bizlere en büyük mirasıdır.  Atılan bu adımların sonrasında koşuyu tamamlamak, bayrağı daha ileriye götürmek  bizlerin elinde… Şairin dediği gibi ”Dünya düşse peşimize/ Yer sarsılsa yerinden/ Ne senden geçeriz ne senin eserinden.”
Ne Atatürk’ten, ne Cumhuriyet'ten…

Cumhuriyet Bayramı’mız kutlu olsun!




20 Ekim 2013 Pazar

Miskin Kedi


Bir yaşam biçimi olmadığı sürece, arada bir şeylere üşenmek, tembellik etmek fena değildir. Dünya bir dursun da şurada biraz kestireyim ruh halidir miskinlik. Binlerce yıldır aynı düzende dönüp duran dünyanın, bugün de işte her şey aynı diyerek dönüşüne ayak uydurmaktır. Bir durup, dinlenmektir. Bir kedinin güneş ışınlarının yeryüzünü ısıtmaya başlamasıyla, en uygun gölge alanda, çoklukla bir ağaç altında güzel gövdesini kıvırıp kıvrılıp yatmasıdır miskinlik… Koşturmaca, günlük hayatın hay huyunda imrenilendir çoğu zaman, bir nefes alabilmek için gerekendir.
Tembellik üzererine bir şaheser ararsanız, bir çırpıda  Ivan Gonçarov’un 1858 yılında yayınlanan romanı Oblomov derim. Romanın Rus soylusu olan başkahramanı Oblomov, sürekli olarak yeni fikirler geliştirir, düşünür ama bir türlü bunları hayata geçirecek enerjiyi kendi içinde bulamaz. Oblomov’un bu aşırı tembelliği, miskinliği Oblomovluk diye bir kavramın doğmasına neden olmuştur. Oblomov öylesine tembedir ki bir köy ağasının tek oğlu olup, bu tembellik neticesinde topraklarını kaybetmeye başladığı zaman dahi harekete geçmez. Miskinlik mevcut yeteneklerini de köreltir. Derin bir tembellik duygusu ve Oblomov’un üstünden çıkarmadığı yamalı, delik deşik hırkası romandan geriye kalanlar zihnimde ve ne zaman miskinlik etsem giyiyorum Oblomov’un hırkasını üstüme. İşte hırkayı arada çıkarıp harekete geçmezseniz ömür boyu yapışır Oblomovluk üstünüze. Bilinçli bir tercih olduğu sürece sorun değil bence...

Oblomovluk ne yazık ki toplumsal hayatın her kesiminde karşımıza çıkıyor. Her Oblomov hırkasını giyip evde oturmuyor, onları devlet dairelerinde, mecliste, özel sektörde, markette, hayata dair her yerde görebilirsiniz. Oblomovluğu içselleştirmiş, bu limanda demir atmış bu insanlar aslında ne yapmaları gerekiyorsa tam da onları yapmıyor, arada hırkayı giyip dingin bir köşede kimseye zarar vermeden seyre durmanın çok uzağında, başka insanlara her zaman yük oluyorlar, çoğu zaman zarar vererek. Oblomovluk aslında tipik bir Doğu insanını betimliyor.
Kontrol edilmediğinde, insanın içinde mayhoş duygular uyandıran ve içine gömüldüğünde geleceğin daha da belirsizleştiği bu his, sizin için gerekli olan adımları atmanızı engellediğinde, aslında başlamıştır size ve çevrenize zarar vermeye. Örneğin sınav formunu doldurmuyorsa kişi ya da yatırılmıyorsa faturalar son gününde ve ödeniyorsa her birinin diyeti tembellik uğruna, miskinlik ruhunuzu ele geçirmiştir. O zaman bakmak gerekir hal çaresine. 

Çünkü Oblomovluk öyle bir şeydir ki çok güzel şeyler yapabilecekken, giyersiniz hırkanızı ve oturursunuz yerinizde. Geriye kaçırılmış filmler, fırsatlar, gidilmemiş davetler, yapılmamış, edilmemiş bir sürü eksiklik bırakır. Gün olup geriye dönüp bakıldığında telafi edilemiyorsa kaçırılanlar, yapılamayanlar pişmanlık bırakır ki çok fenadır. Farkına varmak lazım aslında her fırsatın ve de farkındalığın da bir fırsat olduğunun. Geçmişe hayıflanmadan bugünü ve geleceği kurtarmak lazım eğer böyle bir hırka var ise üzerinizde. Hırkayı çıkarmak ve harekete geçmek gerek biran önce...
Miskinlik iyidir, güzeldir, hoştur, zaman zaman sığınılacak bir limandır ama demir attığınız zaman bitmemiş senfonilerin yarım melodilerinden ibaret olur yaşam… Oblomov en yakın dostunuz olur, hayallerinizde dünyayı kurtarır, kendinize yepyeni planlar yaparsınız da hiçbirini hayata geçiremezsiniz. Bir miskin kedi olup ararsınız deli divane bir ağaç gölgesi dinlenmeye de kış geliverir birdenbire. Ama ben senfoniyi bitiremesem de Franz Schubert’in 8. Senfonisi olurum diyorsanız, ne ala!

14 Ekim 2013 Pazartesi

Kum Saati



Bir kum saatinin ince beliyim
Zamanı usulca geçmişe çeviren
Ne kadar zamanda tükeneceği son kum zerresinde gizli
İbresiz bir saatim, akrepsiz, yelkovansız.
Özgürce geçerim zamanın imbiğinden
Zaman iyi ve güzelse bir çırpıda
Zor anlarda aheste revan süzülür her kum tanesi içimden
Sonu belirsiz bir sürede zamanı doldurmaksa aslolan
Dar bir boğazla bağlarım geçmişi geleceğe
Ve süzülerek geçer zaman içimden
Gittikçe hızlanarak…





6 Ekim 2013 Pazar

Üzgünüm Leyla...

Hayatım boyunca aklınıza gelebilecek her türlü konuda kendime dert edindim durdum. Bence üzüntü herhangi bir kişiye, olaya, duruma gereğinden fazla değer vermenin getirisi. İnsanın kendi kendine yaptığı büyük bir haksızlık.  Bu duygunun süreklilik addetmesi durumunda insanın içi kuruyup çölleşecektir, bu yüzden her üzüntünün ardından kişinin kendisini onarması, bozkırlaşan bölgelere çiçekler ekmesi gerekir. İyileşme süreci farkındalık ile birlikte girilebilen bir evre olup, insanın kendinin farkına varması ve bu süreç için bir adım atması önemlidir. Ben de durup dedim ki madem üzüleceğim, neye üzüldüğümü belirleyeyim. Üzüntü bir çukursa arada içine düştüğüm ve sık sık düşüyorsam bu girdaba bari süreci kendim yöneteyim ve zamanında çıkıp nefesleneyim.
Geriye dönüp bakıldığında aslında çoğu zaman sudan sebeplerle kendimizi üzdüğümüzü, endişe ettiğimizi, geçmişten gelen bu gibi huzursuz gölgelerle bugünün güneşini kapattığımızı görebiliriz. An, şimdidir, mutluluk şimdidedir, gün bugündür. Bugünü de dün yapmadan önce farkına varmalı insan elindeki değerlerin, mutlulukların ve kıymetini bilmeli yaşadığı anın.
Birçok araştırma sonucuna göre endişe ettiğimiz konuların başında; aslında en başta gelmesi gereken sağlık konularının, para ve iş ile ilgili konuların sonrasında geldiğini görüyoruz. Sağlık birinci sıraya ancak herhangi bir sıkıntı yaşanırsa geliyor. Oysaki sağlığımız olmadan ne işin ne de paranın öneminin olmayacağını çok iyi biliyoruz, ama bertaraf ediyoruz. Elimizde olmayanlara hayıflanmak yerine, elimizde olanlar ile kendi mutluluğumuzu yakalamak elimizde.
Çevremizi incelersek kendi ile mutlu olmayan, yaptığından, ettiğinden keyif almayan insanları hemen fark edebiliriz. Bu kişiler hem kendilerinden hoşnut olmayıp, hem de bu durumu değiştirmek için en ufak bir zahmete girmezler ve negatif bir enerji hareleri vardır. Bunun yanında kendini seven ve ne yapıp ediyorsa bunu büyük bir keyifle, kendi imzasını atarak yapanlar vardır. İşte bu insanlar da hemen fark edilir ki nasıl fark edilmek istiyorsa kişi kendi seçimi, yine kendi elinde. Önce insanın kendiyle yüzleşmesi ve barışması gerekiyor bence.
Yıllar öncesinde filozofların sesine kulak vermek gerekirse; Schophenauer mutluluğun önündeki iki önemli engelden biri olarak ıstırabı gösterir. Ve derki “Tüm istekler ihtiyaçtan, dolayısıyla yoksunluktan, dolayısıyla ıstıraptan doğar.” Çok daha uzun yıllar öncesinde ise Epiktetos “Mutluluk ile arzu birlikte olamazlar.” diye hali hazırda söylemiştir. Rousseau ise “Üzüntüler, yalnızlıkta büyük bir mutsuzluğa dönüşür, bir sinek bir canavar olur.” diye bizi uyarır. Tüm bunlar bilinçli olarak bizi üzüntüden uzak tutmaya yönelik söylemler olup tabii ki insan doğasında bu duygu tanımlı ise; elbet üzüntü içine düşeceğimiz durumlar da olacaktır. Nietzche’nin dediği gibi “Kahredici olan, acının varlığı değil, nedensiz acıdır.” Eğer üzülmek kaçınılmaz ise en azından buna değecek şeylere kendimizi kahretmeliyiz…
Üzüntülerden kendimizi azat etmek için basit iki neden sayacak olursak:
1-    Üzüntü ve endişe bizi hedeflerimizden uzaklaştırır ve daha verimli ve aslında üzüntü duyulan konuyu da aşabileceğimiz enerjiyi boşa sarf etmemize neden olur.
2-    Üzüntü ve endişe aynı zamanda fiziksel ve ruhsal olarak sağlığımız için de iyi olmayan sonuçlar doğurur.
Nihayetinde bu iki duygu bize bir şey kazandırmaz, kaybettirir... Bilinçli olarak kendimizi üzüntü girdabının sınırlarından ne kadar çekip çevirebiliyorsak o kadar kardır, o kadar iyidir. Tüm hayatımızın bu duygunun gölgesinde heba olup gittiğini düşünelim, tıpkı güftesi Vecdi Bingöl, bestesi Sadettin Kaynak’a ait Üzgünüm Leyla isimli eserde görüldüğü gibi gülümüz, yaprağımız solar, gönlümüze hazan dolar, bir ömür harap olur, gecenin rengini içimizin matemine katar dururuz da gelin görün ki Leyla’nın bundan hiç haberi dahi olmaz…

2 Ekim 2013 Çarşamba

Mesafe





Bir çocuğun gözünden uzaklaşabilirsiniz
Ama ruhundan uzaklaştığınızda
Geri dönüş için
Köprüleri yakmışsınız demektir…
Uzaklar arasındaki mesafe katedilebilir
Ama ruhlar kavuşmuyorsa,
Ayrılık bakidir.



*KARİKATÜR: Javad Alizadeh 13.Uluslararası Ankara Karikatür Festivali kapsamında yapılan Uluslararası 7-77 Karikatür Yarışması Finalisti