14 Aralık 2018 Cuma

Düş ve Gerçek Arasında





“Düşlerde, her insana, yakın geçmişi ve yakın geleceği görmesini sağlayan bir parça kişisel sonsuzluk verilmiştir.
Jorge Luis Borges


Düş anlamına gelen rüya, gerçekleşmesi imkansız hayaller için de kullanılıyor, umut edilen şeyler için de aynı zamanda… Geçmişten ve gelecekten haberler veren rüyalarımızda, umut ve hayal el ele veriyor.


Hatırladığımız takdirde bilinçdışının bilince göz kırptığı büyülü gerçeklikler; rüyalarımız. Rüyalarınızı hatırlayanlardan mı, yoksa hatırlamayanlardan mısınız? Neyi, neden hatırlıyor ya da hatırlamıyoruz? Bir rüya defteri olmalı insanın, uyandığı anda rüyalarını kaydedebileceği, zira en unutulmaz anıları dahi unutuyoruz kolayca. Peki ne kadarını gerçekten olduğu gibi anlatabiliyoruz? Freud rüyanın kendisinden ziyade, nasıl anlatıldığı ile ilgileniyor. Rüyaların yorumunu, insan zihninin bilinçdışı ile ilgili bilgi edinebileceği en iyi yolu olarak görüyor.


“Bir kitap okudum ve hayatım değişti” diye başlıyor Yeni Hayat. “Bir rüya gördüm ve hayatım değişti” de diyebilir miyiz aynı zamanda?


Kitaplar ve rüyalar, kardeştirler benim zihnimde. Elimize bir kitap alıyoruz ve bir başkasının rüyasını okuyoruz bir yerde. Ne kadar güzel bir düşse satırlarda verilen, o kadar iyi bir edebiyat çıkıyor ortaya. Bastırdıklarımızı gün yüzüne çıkarıyor, bilinçdışını sözcüklere döküyor, kimi zaman kendimize dahi söyleyemediklerimizle zihnimizde hesaplaşıyoruz.


Edebiyatında bir rüya atmosferi yaratan yazarların başında; rüya ya da kabus diyebileceğimiz bir atmosfere bizi daha hikayenin ilk satırlarında sürükleyen Kafka geliyor aklıma. Tek başına bir tür yaratmış olan Kafka’nın edebiyatında (Kafkaesk), anlatılanlar bir düş mü, gerçeklik mi tereddüt ediyor, sonra o büyülü atmosfere teslim oluyoruz.


Murakami de rüya benzeri bir dünya kurup, edebiyatın rüyanın kontrol edilemezliğinin tersine kurgulanan bir düş olduğunun altını çiziyor. Büyülü gerçekliğin en özel kalemlerinden Borges de, edebiyatı ayıkken rüya görmek olarak adlandırıyor.


Bilinç akışı tekniği, edebiyatı rüyaya daha da yaklaştırıyor ve kişinin bastırdığı şeylerin dışa vurumu, hangi metaforların kullanıldığı, semboller, bilincin saklı çekmecelerinden süzülüp metnin içinde birer kilit gibi duruyorlar. Okuru metne katılmaya ve yeniden okumalara davet ediyor ve tekrar okudukça katman katman açılıyor metin zihinde.


“Gündüz düş görenler, yalnızca gece düş görenlerin kaçırdığı bir çok şeyi görürler.” der Edgar Allan Poe. Hayal gücü daha çok düşünce ile besleniyor ve düşledikçe gelişiyor. Çoğu düşünür ve edebiyatçı da uykuyla uyanıklık arasındaki o ince çizgide yaratıcılığın alevlendiğini belirtiyor. Rüya mı, gerçek mi? Bu düşünce “O zaman düşünde kelebek olduğunu gören bir insan mıydım, yoksa şimdi düşünde insan olduğunu gören bir kelebek miyim, bilmiyorum” diyen Zhuangzi’nin ikilemine götürüyor insanı. Bu durumda insanın kendisine en iyi gelen gerçeğini inşa etmesini ve orada yaşaması gerektiğini düşünüyorum ben.


Arada başkalarının gerçekliklerine edebiyatla, sanatla balıklama dalmak da bir zihinsel terapi hayatımda. Uyku ve düşünce bizi rüya ve hayale götüren iki köprü ve bu köprüleri geçmek yeni yollara, yerlere çıkarıyor insanı. Gerçek ile birbirine karışıyor ve ben rüyaların gerçek olması için edebiyata sarılıyorum.

24 Ekim 2018 Çarşamba

Benim Sonbaharim



Yazın soluksuz hengamesinden, dingin bir iç mevsimine geçiyorum. Ruhumun kuytularına çekildiğim bu mevsimde, gün ışığının yakıcı sıcaklığından, yavaş yavaş soğuyarak puslu griliklere giriyorum. Artık daha erken gelen aksamlarda (ki hoş geliyorlar) günü keyifle yolcu ediyor, çayı demliyor ve ruhumu akşamın hafifçe ürperten soğukluğunda, battaniyenin altında dinlendiriyorum. Bu mevsimin ürperten sıcaklığını çok seviyorum. Daha çok kendimle kalıyor, içe dönüyorum. Üşüdükçe ve giyindikçe kat kat giysileri, bir yandan soyunan doğaya yöneliyorum. Ağaçlara, bitkilere, kışa hazırlanan tüm canlılara... Ben de ruhumdan fazlalıklarımı atıyor, yeni mevsime hazırlanıyorum. Yenilenmek için önce ağaçlar gibi arınıyorum. Yeni bir yere ancak içimden geçerek gidebilirim, biliyorum.



13 Eylül 2018 Perşembe

Mansfield Park


“Otuz yıl kadar önce Huntingtonlu Miss Maria Ward, yalnızca yedi bin sterlin ağırlığı olduğu halde başına talih kuşu konmasıyla Northampton Eyaleti’nden Mansfield Park malikanesinin sahibi Sir Thomas Bertram’ı kendisine aşık etti ve böylece bir “baronet” karısı konumuna yükselerek görkemli bir konak ve bol gelir sahibi olmanın tüm nimetlerine kondu.”

Sözleriyle başlıyor roman ve Mansfield Park sakinlerinin (üç-dört aile) yaşamlarına adım adım giriyor okur. Son derece basit ve kendi halinde yaşamlardan bir masal oluşturuyor Austen. Hikayenin başında Miss Maria Ward, Mrs. Bertram oluyor ve sonrasında diğer iki kız kardeşin hayatlarının nasıl Mansfield Park ekseninde şekillendiğini aktarıyor. Ablası bu itibarlı evlilik vasıtası ile bir papaz ile evleniyor ve eşi, Mr. Bertram sayesinde Mansfield Park papazlığını alarak yıllık geliri fena sayılmayacak bir geçim kapısı elde ediyor. Ancak küçük kardeşleri mantık dahilinde olmayan kötü bir evlilik neticesinde, zorluklarla dolu, kısıtlı bir hayat sürmek durumunda kalıyor. Kardeşlerinin uyarılarına başlarda kulaklarını tıkayan Mrs. Price, aradan yıllar geçip, çocukları da hatırı sayılır ölçüde çoğalınca; Mansfield Park ile tekrar iletişim kurarak yardım istemek zorunda kalıyor. Mrs. Norris, işgüzarlığı marifetiyle (bu marifetler roman boyunca diyaloglar içerisinde müthiş bir üslup ile okuyucuya aktarılıyor) büyük olan yeğenleri Fanny Price’ın Bertram Malikanesi’nde yaşamasını sağlıyor; bu vesile ile yeğenleri daha seçkin bir ortamda, iyi koşullarda yetişirken, ailesi de bir boğazdan kurtulmuş oluyor.

Fanny’nin Mansfield Park’a gelmesi ile birlikte olaylar Fanny’nin değerlendirmeleri ile onun gözünden okuyucuya aktarılıyor. Bir bakıma kitabın vicdanını oluştururken; hem ailenin dışında, hem de merkezinde bulunuyor. Özellikle teyzesi Mrs. Norris tarafından, evdeki ikircikli konumu sık sık ön plana çıkarılarak, her fırsatta hatırlatılıyor.

Austen bu sıradan ailelerin hayatlarını sade bir dille, daha çok diyaloglar üzerinde temellendirilerek veriyor. Roman boyunca kısaca Fanny’nin kuzenleri arasında, Bertram’ların himayesinde büyümesine, Mr. Norris’in ölümünden sonra Mansfield Park papazlığına gelen Mr. ve Mrs Grant’lara ve Mrs. Grant’ın, ana bir baba ayrı kardeşleri olan, Mr. ve Mss. Crawford kardeşlerin gelmesi ile birlikte gelişen aşk sarmalına ve hikayenin sonunda aşk sarmalının nasıl çözümlendiğine; Fanny’nin küçüklüğünden beri içinde yaşadığı, kuzeni Edmund’a olan aşkının mutlu sona ermesine tanıklık ediyoruz.

Mansfield Park’a ilk geldiğinde adeta Sindirella durumunda olan Fanny, zamanla romanın en aklı başında ve saygı uyandıran karakterine dönüşüyor. Fanny’nin tüm özellikleri iyi bir örnek oluşturmakla birlikte, yapılan haksızlıklar ve akıl dışı tutumlara hiç karşı çıkmamış, tepki vermemiş olması okur açısından tahammül sınırlarını zorlayıcıdır. Kendi kızlarının ahlaka uygun olmayan davranışları neticesinde, çocuklarında aradığını bulamayan Mr. Bertram, romanın sonlarına doğru Fanny’ye dört elle sarılır. Mrs. Bertram ise Fanny olmadan hareket edememeye başlar. Sir. Thomas’ın çizdiği aşırı otorite sahibi baba figürü, çocuklarının kendi yanında oldukları gibi davranmamalarına ve onları en iyi şekilde yetiştirmeye çabalamış olmasına rağmen, çocuklarının karakterlerindeki eksiklik ve kötülükleri fark edememesine neden olmuştur. Sonrasında gelişen ahlak dışı olaylar neticesinde bir iç hesaplaşma ve hayal kırıklığı yaşamak durumunda kalmıştır.

Bütün bu olay karmaşasının çözülmesi ile Edmund ve Fanny birbirine ışık hızı ile bağlanıyor ve  ilahi bir mutluluk ile sonsuza kadar yaşıyorlar. İngiliz edebiyatının tartışmasız başyapıtlarından biri olan Mansfield Park, özellikle edebi haz ve incelik arayan okur için iyi bir kaynak oluşturuyor.

Mina Urgan İngiliz Edebiyatını incelediği yapıtında Mansfield Park ile ilgili yorumlarında Austen’ın romanlarında genel olarak aşk tutkusu ve toplumsal sorunların bulunmadığını, şiirsellikten uzak, yalın bir dil kullandığını, kişilik ve olay örgüsü olarak diyaloglar ile zenginleştirilmiş bir yapı kurduğunu belirtiyor. Eken yaşta rahatsızlanarak ölmeseydi daha ileri yaşlarındaki yapıtlarında duygunun daha yoğun olarak hissedilebileceği başka bir platforma evrilip evrilemeyeceği sorusunu soruyor. Böylesi bir kalemin daha uzun yıllar yazmış olması ve sonrasında geleceği nokta şahsımca müthiş merak uyandırıyor ve edebiyat tarihinde yer alan “keşke”lerimden birini oluşturuyor.

Austen, yaşasaydı duygularını dolu dizgin nasıl yapıtlarına aktarırdı bilemiyor, sadece edebi hayallare dalabiliyorken, elimizde var olan, halihazırda yazmış olduklarının kıymetini bilip bu zengin edebi zevkin tadını çıkarmak yapılabilecek en iyi seçim olarak görünüyor.






1 Temmuz 2018 Pazar

Kişisel Bir Sorun

Yazarlığa kancanın ucundaki balığın acısını duyumsayarak ve bunu anlatmak üzere başlayan Kenzaburo Oe, acının coğrafyasında bir cumhuriyet kuruyor ve bu ülkede yaşananları hikayeleştiriyor.
1963 yılında, oğlu Hikari engelli olarak dünyaya geliyor, bir ölüm kalım operasyonu geçiriyor ve sonrasında ise ömür boyu sürecek olan bir zihinsel engel ile hayata devam ediyor. Bu süreci kabullenme aşamasında Oe, Hiroşima’ya giderek oradaki insanların acısından, kendi hayatına bir yol açıyor ve döndüğünde Hiroşima Üzerine Notları’nı yayımlıyor. Bu yolculuktan döndükten sonra da “Asla oğlumdan bahsetmeden yazamayacağımı anladım ve o andan itibaren onu eserlerimin odak noktasına dönüştürdüm.” diyen Oe, “Kişisel Bir Sorun” adlı romanında oğlu Hikari’nin kafasının arka tarafında, neredeyse ikinci bir kafa olacak kadar büyük bir yumru ile doğumunu ve sonrasında bu durumun, ebeveynler üzerinde nasıl tezahür edebileceğini çok çarpıcı bir dille yansıtıyor.
Romanın başkarakteri Bird, Afrika gezisi hayalleri kurarken, evleniyor ve sonrasında kendisini baba olmanın bekleyişi içerisinde buluyor. Çocuğunun ender olarak görülen beyin fıtığı hastalığı ile dünyaya gelmesi ile kendisini hayallerinin ötesinde bir kısıtlanmışlık ve hayatının sonuna gelmiş olduğu duygusu ile çevrelenmiş buluyor. Bu karabasanın içerisinde, daha önce de çıkmaza düştüğünde deneyimlediği alkolizmin ve ruhsal bunalımın eşiğinde bir müddet oyalanarak, hayatı ile ilgili sorgulamalarda bulunuyor ve sorumluluklarından kaçmak için düşüncelerini bebeğin ölümünü planlamaya kadar vardırıyor.
Bird’ün yaşadığı ruhsal bunalım sonrasında eski bir dostu olan Himiko’ya sığınması ve acılarının arasından birbirlerine sarılarak gerçekleştirdikleri ruhsal konuşmalar ile romanın bir yerinde Himiko’nun Bird’e “Kendini kandırma zehrini bir kez tadan insanlar, bir daha kendilerini asla kurtaramazlar” diyerek kehanetini “Bird, sen boşanmak yerine, var gücünle kendini savunacak, sorunu bulanıklaştırarak evlilik yaşamını devam ettirmeye çalışacaksın. Boşanmak gibi bir karar, kendini aldatma zehrini bir kez tatmış bir insan olarak senin asla gerçekleştiremeyeceğin bir şey.” demesi kitabın mihenk taşlarını oluşturuyor.
Bird kitap boyunca, ömür boyu ruhuna ve yaşamına pelesenk olacak bu yük ve duyguyla mücadele ederken, okur olarak bizler de her zaman başkalarının başına geleceğini içten içe hissettiğimiz bu gibi acı bir hadisenin, ateşin düştüğü yerdeki izdüşümlerini birebir duyumsayarak izliyoruz. Ruhsal olarak yaşanan bir dizi gel git sonrası Bird, oğlunun yaşamına dört elle sarılıyor ve kitabın sonunda sözlüğünde “umut” sözcüğünün yerini “sabır” sözcüğü alıyor.
Gerçek hayatta da, sabır sözcüğünün büyük puntolarla yazılmış ve uzun bir zaman dilimine yayılmış haliyle yaşanan bir yaşam öyküsü Oe’nin hayatı. Acıdan yola çıkan, acıyı mercek altında tutan ve anlatan… Sonsuz bir özveri ile oğlu Hikari ile hayata devam edişleri ve romanın baş karakterinin ismi gibi kuşların, oğlunun hayatında büyük yer tutması, kuş seslerini dinlettiği ve hiçbir zaman konuşamayacağı söylenen Hikari’nin, bir gün bahçede duyduğu bir kuş sesine adıyla seslenmesi… Umudun filizlenmesi… Bu sebeple kuşlar her zaman ailenin bir parçası gibi oluyor ve Hikari’ye ilham veriyor. Zaman içinde Hikari çok ünlü bir besteciye dönüşüyor ve bazı CD’leri Oe’nin kitaplarından fazla satıyor. Hikari, her türlü engele rağmen, özveri, sabır ve inanç ile bir insanın neler yapabileceğinin adeta bir kanıtı oluyor.
Oe, Xavi Ayen’in “Nobel Edebiyat Ödüllü” yazarlar ile yaptığı röportajında acı ile ilişkisini altını çizdiğim aşağıdaki satırlar ile ifade ediyor:
“Çocukluğumdan beri bizim sınırlı bedenlerimizin acıyı nasıl içine aldığı ilgimi çekmiştir. Küçükken balık tutmaya gider ve kancanın ucunda kıpırdanan balığa bakardım. Bağırmadan, sessizce acı çeker. O zamanki aklımla ‘dile getirilmemiş ne çok acı var!’ diye düşünürdüm. Bu beni yazar olmaya iten ilk dürtü oldu çünkü biz çocukların da kendimizi doğru düzgün anlatamadığını düşündüm. Bir balığın acısını yansıtmak için yazar oldum ve bugün, insanoğlunun büyük bir hassasiyetle göstermeye çalıştığım acısını ifade etmekte uzmanlaştığımı düşünüyorum.”
Dünyada ve ruhunda yanan yanardağın küllerinden acının dilini kuran ve paylaşan Oe, önceleri yayınevlerinden yazamadığına dair işittiği söylevlere kulak tıkamış ve kendi yolunda ruhundan taşanları kelimelere aktarmış. İyi ki aktarmış ki bizler de böylesine büyük acılarda insan ruhunun yaşadığı çalkantı, korku ve utancın izdüşümlerini, acının çeşitli boyutlarını ruhunun derinliklerinde birebir yaşayan bir kalemden okuma fırsatına erişiyoruz. 
Acının, günlük hayatın rutin akışına eşlik ettiğini anlatan bir roman “Kişisel Bir Sorun”.  “Başkalarının başına geleceğini” düşündüğümüz acıların her an kapımızda olabileceğini, acının da mutluluk gibi hayatın bir parçası olduğunu bütün gerçekliği ile yansıtıyor ve insanı derinden sarsıyor.

10 Haziran 2018 Pazar

Yalnızlığın Ritmi


  “Bu alem senin dışında değildir.    
Ne arıyorsan kendi içinde ara,
   İstediğin şey zaten sendedir.”
                    Mevlana


Yalnızlık, kendinle çıktığın dans pistinde, bir ritim tutturup keyifle dans edebilmendir, bir başına... Müziği ruhunda duyabilenler, kendi gösterilerini hazırlar ve yaşarlar keyifle, başkalarına ihtiyaç duymaksızın, kendi hayatlarının anlamını kurarlar.

Kendi içinde ahenkli, mutlu ve dengede olmak için, içinde huzurla var olabilmen gereken bir durum yalnızlık… Burada yalnızlığı; kimsesiz olma, hayatta tamamen tek başına kalmaktan ayırıyor, insanın içine döndüğü, kendiyle baş başa kaldığı zamanları belirtmek için kullanıyorum. Kendinle hesaplaşmadan, tüm duvarları kaldırmadan ve yüzleşmeden başka yolculuklara çıkamazsın, çıksan da gideceğin yer, varmak istediğin yer olmayacak hiçbir zaman. Yalnızlığınla başa çıkmayı öğrendiğinde, onu daha çok sevecek, kendini tanıma yolculuğuna da ancak onunla kol kola çıkabileceksin.


İnsanın yüreğinin derinliklerinde, su yüzüne çıkmayana ulaştırır yalnızlık. Ona ulaşırsan, sarılırsın kendine. Kendini tanıdıkça da başkalarına duyduğun ihtiyaç azalır, istediğin zamanlarda, seçtiğin kişilerle bir arada daha sağlıklı bir ilişki tutturabilirsin. Michel Foucault; “Eğer bir kişi yalnız olmayı beceremiyorsa, başkaları ile bir arada olmayı da beceremez.” diyor. Bu nedenle kalabalıklar içerisinde ne kendiyle kalabilen, ne gruba dahil olabilen, salt zaman öldüren insanlar görüyoruz. Kendini tanımadan edindiğin dostluklar, başkaları ile geçirdiğin zamanlar bir yama gibi duruyor hayatta. En kıymetli olan şeylerini “zamanlarını” savuruyor insanlar, “başka”larıyla, kendilerini de başkalaştırarak.


Mevlana da yalnızlığı, adam olmayanların vereceği saygıdan, sevgiden yeğ tutuyor. Bir nebze içselleştirilebilse, boşa tükenen ne kadar zaman kıymet kazanır kim bilir... Schopenhauer ise bu durumu “İç dünyası zengin insan tamamen yalnızken, kendi düşünce ve hayalleriyle eşsiz bir eğlence bulur, öte yandan, ruhsuz biri sürekli oyundan oyuna, yolculuktan yolculuğa ve şenlikten şenliğe koşsa bile can sıkıntısından kurtulamaz.” diyerek özetiyor.


Burada bahsetmediğimiz, yalnızlık tanımının asıl yıkıcı olanı, insanı anlayan kimsenin olmaması, hayatında gerçek anlamda hiç kimsenin bulunmadığı salt yalnızlıktır. Bu durum “yalnızlık çekmek” anlamına gelir ki, üzüntüye meyyaldir ve bu his bizi başkaları ile ilişki kurmaya yöneltir. Üzüntü içerisinde sırf bu duygudan kurtulmak için önümüze çıkan herkese sarıldığımızda, yanlış seçimler yapar, aslında olmak istemediğimiz yerlerde, uygun olmayan kişiler arasında zaman öldürürüz. Yalnızlığımızı kuvvetlendirir, sağlam bir zemine oturtabilirsek, daha sağlıklı ve ruhumuza iyi gelen arkadaşlıklar, dostluklar oluşturabiliriz. Bu sağlıklı şartlarda “yalnızlaşabilme” olanağını elden bırakmamalı insan. Aristoteles, dostluğun hayatın her alanında önemli olduğunun altını, dostluk ve mutluluk arasındaki ilişkinin en önemli koşulunun kendi başına yeterlilik olduğunu vurgulayarak çizmiştir. Aristoteles için dostlar, kendi kendine yeterliliğin tamamlayıcı unsurlarıdır.


Nasıl gidilir yalnızlığa, en verimli olanına… Kendimizi, ruhumuzu ancak yalnız kaldığımızda duyabilir, anlayabiliriz. İç sesimize kulak vermeli, ona gereken özeni göstermeliyiz. İnsanın kendiyle başbaşa kaldığında mutlulukla yöneldiği bir hobisinin olması, yalnızlığında keyfine keyif katacaktır. Kendiyle kaliteli zaman geçirdikçe, insanın birbaşınalığı zamanla daha çok hoşuna gidecek, ruhunu besledikçe yalınkatlığından çıkacak, zevklerini olgunlaştıracak, her türlü sahtelikten uzaklaşacak, derinlere kök salacak ve giderek gelişecektir...


İnsan, yalnız kalarak ruhuna yönelmeli, içindeki bahçeyi ekip biçmeli... Kendine rengarenk bir alan açmalı ki, ruhu açılsın içine yöneldiğinde… Sevdiklerini ve sevmediklerini ayırmalı, önceliklerini belirleyip, ruhuna iyi gelmeyecek kişilerden, ortamlardan uzak durmalı. Zaman sahip olunan en değerli şey, ne zaman, nerede sona ereceğini bilemediğimiz. Bu sınırlı sürede bizi mutlu edecek detaylara yönelmeli, onlara ışık tutmalı ki onlar da içimizi aydınlatsınlar.


Yalnızlığı kotarabilmek, kendine hayata karşı sığınabileceğin bir liman sunmaktır. Hayata karşı zırhlarını kuşanmak, kendini koruma altına almaktır. Sen kendine kol kanat germedikçe, kimse seni kollamayacak…

Haydi kucak aç kendine, bil ki sen sana iyi geleceksin. Yeter ki aynı dili konuşalım kendimizle… Hayatın ezgisi zaten içimizde, ona kulak verirsek ritim kendiliğinden akacaktır! Mesele ona eşlik etmekte…

14 Mayıs 2018 Pazartesi

Bir Cesaret Kitabı: Yapabilirsin




Türkiye’de kadın olmak zor zanaat. Bu ülkede bazı yollar çıkmaz sokak, özellikle kadınlara… Bir yere varamayan, anlamsızlaşan ve hatta anlam aranmayan. Sokakların girişinde koca koca levhalar var hayali, “kadınlar giremez” diye yazan… Bazı sokaklar ise açık olmasına açık herkese ama bazı coğrafyalardan çıkış yok, oradaki kadınların yolu hiç var(a)mıyor o yollara.... Bir yola koyulsa aslında, yola revan olunca çıkacak aydınlıklara… İşte bu yola baş koymaya davet eden bir kitap, bir belgesel “Yapabilirsin”, cesaret veriyor tüm kadınlara. Yurdumun bütün çıkmaz sokaklarından, sırtlarını çıkmazlara verip, ileriye, aydınlığa ulaşan kadınların hikayelerini aktarıyor bizlere… Bu çıkmazlardan çıkıp kendi yollarını bulan, hayatlarını kuran, yaşayan ve başaran kadınlar...

Yapabilirsin!

Tek başına ne kadar güçlü bir kelime. Beş hece, tek sözcük, istenirse ne kadar rahat söylenebiliyor aslında ama bir o kadar zor bu sözcüğü bir başkasından duymak. Üretmek isteyen herkese cesaret vermek, destek olmak, başarabileceğine inanmak, inandırmak çok değerli. Bu kitap bütün içtenliği ile söylüyor okuruna: Yapabilirsin!

Cesaret, korkuya rağmen attığın ilk adımdır diyor Tuluhan Tekelioğlu ve kendi hayat yolculuğundan başlıyor anlatmaya, aslında 9 değil 10 kadının hikayesi bize anlatılan. Bütün yalınlığı ve içtenliği ile kendi hayatındaki engelleri, onları aşarak nasıl ileriye yol aldığını paylaşıyor bizlerle… Yurdun dört bir yanında, birbirinden meşakkatli yollarda azimle yürümüş ve başarıya ulaşmış kadınların cesaret dolu hikayeleri ile devam ediyor sayfalar. Her biri kendi mucizesini yaratan, değişen ve gelişen kadınlar. Zorluklara, imkansızlıklara meydan okuyan, hayal kuran ve bu hayalleri gerçekleştiren kadınlar. Hala kendi yollarında yeni hedeflere yol alarak, üreterek devam ediyorlar hayata. Hepsi aynı cesaretle çıkmışlar yola ve akıllarına koydukları her ne ise yılmadan adım atmışlar ona. Okuyan herkese cesaretlerini, azimlerini bulaştırıyor ve güç veriyorlar.

Çok umutsuz olduğumuz bir dönemde belgeselleriyle içimizde yeni umutlar yeşertiyor Tuluhan Tekelioğlu. Kendi hayat hikayesi ve belgeselciliği de; dibe vurmasıyla, işsiz kalmasıyla başlıyor ve tüm samimiyetiyle bu süreci okurlarıyla paylaşıyor. Yazdıklarıyla, tutkuyla çektiği belgeselleriyle öyle çok insana dokunuyor ve umut oluyor ki, bu nedenle insan iyi ki işsiz kalmış da içindeki belgeselci tutsaklıktan kurtulmuş diyor.

“Yapabilirsin” belgeseli, henüz sosyal medya üzerinden izlenemiyor çünkü; ABD’deki Türk kadınlarının oluşturduğu “Türkiyemize Köprü” adlı dernek, belgeseli “Bir Amaç İçin Sinema 2018” filmi olarak seçiyor ve Amerika’nın çeşitli kentlerinde gösterilerek filmden elde edilen gelirle, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin belirdiği 83 kıza eğitim bursu sağlamayı hedefliyor. Bu yanıyla da “YAPABİLİRSİN” demeye, yeni yollar açmaya, bir çok hayata ışık tutmaya devam ediyor.

Kitapta yer alan birbirinden muhteşem kadınların hayatlarını okuduğunda bir kez daha anlıyor insan: kadın isterse her şeyi başarabilir. Yeter ki kendine olan inancını kaybetmesin. Bu inancı hikayelerini okuduğumuzda içimizde tekrar yeşerten tüm kadınlar, iyi ki varsınız! “Özümüzü keşfettiğimizde, içimizdeki sınırsız gücü fark etmeye başlıyoruz.” diyor kitap ve değişim kişinin kendisinden başlıyor.

İnsanları, kadın-erkek olarak ayırmadığımız, insanı insan olarak gördüğümüz, sevdiğimiz, saygı duyduğumuz, bir yola baş koyanın önüne taş koymadığımız ve birlikte kardeşçe yaşayacağımız günlere vardığımızda, her alanda daha ileriye gideceğiz. Karşımızdaki kişiye baktığımızda cinsiyet değil sadece insan görebildiğimiz zaman kalkacak bu zorluklar. Erkek egemen bir örtü gittikçe sarmalıyor dört bir yanı, gün geçtikçe açılıp serpileceği yerde. Kadını hiçe sayan toplumlar bir adım ileriye gidemiyor, gidemez. Cinsiyet ayrımcılığının önüne geçmek gerekiyor. Bizler ancak birleşerek, bir dayanışma içerisinde meseleleri çözebiliriz. Bu kitap her kadının özünde bulunan cesarete, güce sesleniyor ve her satırından umut doğuruyor. “Yapabilirsin” diye haykırıyor. İhtiyaç duyan tüm kadınlara ulaşması ve değişimi başlatmasını diliyorum. Milyonlarca yürekli kadın bu topraklarda yaşıyor. Kendi öz gücümüzü keşfettiğimiz, kendimize inandığımız sürece başaramayacağımız hiçbir şey yok!



11 Nisan 2018 Çarşamba

Edebiyat Şemsiyesi


Edebiyat, elimde bir şemsiye ile dünyanın tüm kötülükleri ve sıradanlıkları arasından hiç ıslanmadan bir sonraki zamana gelişerek geçmemi sağlıyor. İçimde yeni köprüler kuruyor.

“Yeryüzüne dayanabilmek için” yazdığını söylüyor bir yerde Tezer Özlü… Edebiyat da öyle benim için, bir çıkış kapısı hayatın içinde, ne zaman ve nerede dilersen kapısından geçebileceğin. Hangi dünyanın içerisine? Okudukça daha da zenginleşen, zenginleştikçe daha uzun süre o dünyada kalmak isteyeceğin bir evren, dilediğince zihninde kurduğun… İlmek ilmek. Ne kadar emek verirsen o kadar basıyor seni bağrına ve sonsuz bir doyum yaratıyor ruhunda başka hiçbir yerde bulamayacağın. İşte bu yüzden okuyorum ben. Gerçeğin acımasız dünyasında bir vaha gibi edebiyat. İyi ki edebiyat var… Çok güçlü bir antidepresan!

İyi bir edebiyata ulaşmanın yolu iyi bir okur olmaktan geçiyor ve iyi bir okur olmak da, şahane kitapları okuyup onların izinden birbirinden şahane başka kitaplara yol alarak oluyor.

Fernando Pessoa, "Huzursuzluğun Kitabı" adlı kitabında, okumak eylemi ile ilgili aşağıdaki satırları kaleme alıyor:

“Okurum ve özgürleşirim. Nesnellik kazanırım. Kendim ve dağınık olmaktan çıkarım. Okuduğum, bazen beni sıkan neredeyse görünmez bir elbise olmak yerine, dış dünyanın muhteşem ve önemli açıklığıdır, herkesi gören güneştir, durgun dünyaya gölgeler saçan aydır, denizde biten geniş topraklardır, tepeleri yeşilliklerle salınan koyu siyah ağaçlardır, çiftliklerdeki havuzların süregelen huzurudur, üzümlerle kaplanan, yollarıyla eğimli taraçalardır.”

Kitap sayfaları yaprak yaprak, yüreğimdeki, zihnimdeki ağacın dallarını renklendiriyor ve her sayfada genişliyor. Ne kadar köklü ve görkemli bir ağaç isterseniz o kadar okur, okudukça kök salar, genişlersiniz. Ben de okuyarak besliyorum zihnimi ve yüreğimi. Okuma zevki, okudukça gelişiyor ve derinleşiyor. Hangi kitapları okuyacağımız, hangi yazarlarla yol alacağımız tamamıyla bizim zihnimizde döşediğimiz taşlardan geçiyor. Bu taşlar bizi başka yollara çıkarıyor. Till Eulenspiegel’in en yakın köye ne kadar zamanda ulaşacağını soran birine “Yürü bakalım” diyerek, yürüyüşüne göre ne kadar sürede o yolu katederek varabileceğini söylemesi gibi... İşte okuma eyleminde de kişinin kendi adımlarıdır yol gösterici olan. Yürüdükçe açılıyor adımlardaki mesafe, hız ve ritim. Emek verdikçe sizi daha keyifli yerlere çıkarıyor adım adım.

Nasıl daha iyi bir okur olabiliriz? Bu yolda nelere gereksinim duyarız?

Edebiyat üzerine çeşitli üniversitelerde verdiği dersleri bir kitapta toplanan Nabokov*, küçük bir taşra üniversitesinde, ortaya bir test atarak öğrencilerine iyi bir okuru meydana getirecek dört tanımın ne olduğunu soruyor. Seçenekler ise aşağıdaki gibi:

1. Okur, bir kitap kulübüne üye olmalı.
2. Okur, kendisini kitabın kahramanı ile özdeşleştirmeli.
3. Okur, toplumsal-ekonomik yöne dikkatini vermeli.
4. Okur, içinde eylem ve diyalog olan bir hikayeyi, olmayana tercih etmeli.
5. Okur, daha önceden kitabın filmini izlemiş olmalı.
6. Okur, yetişmekte olan bir yazar olmalı.
7. Okurun hayal gücü olmalı.
8. Okurun hafızası olmalı.
9. Okurun sözlüğü olmalı.
10. Okurun biraz sanat duygusu olmalı.

Ve sonuçları şöyle değerlendiriyor: “Öğrenciler ağırlıklı olarak duygusal özdeşleştirmeye, eyleme ve toplumsal-ekonomik veya tarihi tarafına ağırlık verdiler. Elbette, tahmin ettiğiniz gibi iyi bir okur, hayalgücü, hafızası, sözlüğü ve biraz sanat duygusu olan kişidir - bu duyguyu kendimde ve başkalarında, fırsatını her bulduğumda geliştirmeye niyet ediyorum.”

İşte iyi bir okur olmak için ihtiyacımız olan ana malzemeler bu kadar basit. Sonrasında ise okudukça içine girdiğimiz şahane evrende hazların en güzelini yaşamak için okumak, daha çok okumak bizi edebiyatın en saf ve katıksız katmanına çıkaracak, içimizdeki sanat duygusu, hayal gücü ve hafızamız günbegün gelişecek. Bu yol, biz okumaya devam ettiğimiz sürece var olacak bir süreç elbette, gelişip serpilerek.

Nabokov edebiyat derslerini aşağıdaki satırlarla noktalıyor:

“Artık dersimiz sona eriyor. Kiminiz muhteşem kitapları okumayı sürdürecek, diğerleri mezun olduktan sonra kitapları okumayı bırakacak; ve eğer kişi, büyük sanatçıları okumaktaki haz kapasitesini geliştiremeyeceğini düşünüyorsa zaten onları hiç okumamalı. (...) Asıl mesele, düşüncenin ve duygunun her alanındaki o ürpertiyi deneyimlemektir. Eğer ürpermeyi bilmiyorsak, eğer insan aklının bize sunduğu en ender ve en olgun sanat meyvesini tatmak için genelde olduğumuzdan biraz daha yukarı kendimizi çekmeyi öğrenemezsek, yaşamın en iyi tarafını kaçırırız.”

Herkesin yaşamın en iyi tarafını yaşamasını, daha iyi bir okur olmaya giden yolda emek vermesini ve muhteşem edebiyatın, tutkuyla tadını çıkarmasını dilerim.



*Edebiyat Dersleri/ Vladimir Nabokov/İletişim Yayınları


27 Mart 2018 Salı

Geleceği Düşlemek


“Hayal gücü bilgiden önemlidir.
                            Bilgi sınırlıdır, hayal gücü dünyayı kuşatır.”
                                        Albert Einstein

Düşleyen, düşlerini gerçeğe dönüştüren ve etrafındaki herkesi düş kurmaya davet eden, ilham veren Yasemin Sungur’un “Kariyerim Gelecek” kitabının genişletilmiş ve taze çıkmış 5. baskısını özellikle annelere, babalara, öğretmenlere, öğrencilere, yeni mezun ve kariyerinin başında olanlara, kariyer yolunda az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş ama sonunda yolunu kaybetmiş olanlara şiddetle tavsiye ediyorum.

Hepimiz hayat denen bu müthiş serüvende, bir yandan hayatı, bir yandan da kendimizi keşfediyoruz aslında. Kendimizi keşfettiğimiz, anladığımız, kabullendiğimiz, açmazlarımızla barıştığımız anda yolumuzu da daha rahat buluyoruz yaşam denen bu yolda. Yasemin Sungur da rehberlik ediyor bu yola baş koymuş olanlara. Kitabı okurken sizinle sohbet ediyor, anlatıyor ve sorular soruyor aynı zamanda… Okurunu merak ediyor ve iletişime geçiyor, motive ediyor, ona seçenekler sunuyor bu yolculukta… Konuşan bir kitap olmuş bu yanlarıyla. Yalnızlığa yoldaş ve bir yol gösterici. Sade ve samimi bir dille aktarıyor bildiklerini. Kendi tanımıyla, “kendini öğrenci yapmış, sevdiği konuları işi yapmış, en önemli konusu insanın mutluluk ve başarı meselesindeki adımlarında yoldaş olmak”. Bunca yıllık birikimini, dost sohbeti eşliğinde paylaşıyor bizimle ve “Hayallerden hedeflere, hedeflerden gerçeklere bir yolculuktur hayat” diyerek herkese kendi yolculuğuna çıkması için cesaret veriyor.

Kitapta Gallup Araştırma Şirketi’nin çeşitli ülkelerden 1.7 milyon çalışana yaptıkları anket sonuçlarına göre, çalışanların %80 oranında kariyerlerinden memnun olmadıkları sonucunun ortaya çıktığı paylaşılıyor. Kendini keşfetmeden ve ne istediğini bilmeden, içe dönmeden çıkılan yolculukların hazin sonu… Sadece bu oran dahi bu kitabın neden okunması, okutulması gerektiğinin yanıtını veriyor. Kitabın ilk bölümünde “Kendime Yolculuk” başlığı altında okuru kendi içine yönlendiriyor ve sonrasında mutluluk ve başarı yolunda rehberlik ediyor, geleceğe doğru yolculuğa çıkarıyor adım adım. Geleceği düşünmemenin, planlamamanın en büyük zorluğu yarattığını belirtiyor, hayal ettiriyor ve hayallerin nasıl gerçeğe dönüşeceğinin iç dinamiklerini yerleştiriyor okuyucunun zihnine…

Bu kitapta başka neler mi var?

·    Kendinize sormanız ve yanıtlamanız gereken sorular var. Kendi içinize doğru yola çıkacağınız sorular soruyor ve düşünmeye sevk ediyor. Kendini keşfetmek gelişim ve değişim için ilk adımı oluşturuyor.
·       İlham kaynağı deneyimler, başarı hikayeleri var.
·       Kendi geleceğinize giden yol haritası var.
·       İletişimin olmazsa olmazları var.
·  Harekete geçiren bir dinamik var. Kendini geliştir, merak et, öğren, düşle, düşlerinden vazgeçme ve emek ver diyor.
· Edebiyat var. Yazarlardan, düşünürlerden paylaşılan alıntılar okuru zenginleştiriyor, düşlerini besliyor.

Kitabında ve hayatında Martı Jonathan Livingstone büyük bir yer tutuyor Yasemin Sungur’un, kendisine ilham verenler arasında ilk sırada geliyor. Etkilendiği bölümleri kitabında okuruyla paylaşıyor ve kitabı yıllar önce okuduğum halde yeniden okuma isteği uyandırıyor. Martı kitabından, kitapta paylaşılan bölümler arasında aşağıda alıntıladığım özellikle altını çizdiklerimden…
“Cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekamızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. En önemlisi, özgür olabiliriz! Uçmayı  öğrenebiliriz.”

Yasemin Sungur da okurlarını önce hayal etmeye, sonra da o hayale doğru uçmaya teşvik ediyor. Kurduğumuz hayaller, biz onlara sahip çıkarsak geleceğe dönüşüyor. Herkesin kendi kapasitesi doğrultusunda, kaynaklarını en iyi, en doğru şekilde kullanarak yapabileceğinin en iyisini yapmasına ışık tutuyor. Mevlana'nın dediği gibi bir mum başka bir mumu yakmakla ışığından bir şey kaybetmiyor ve Yasemin Sungur da kitabında bir yazar olarak, yürüttüğü kitap ile sohbet ve benzeri buluşmalarda bir sohbetçi olarak, çeşitli alanlarda verdiği eğitimlerinde bir koç, eğitimci olarak çok sayıda insana dokunuyor ve her birinin hayatında bir ışık yakıyor.






22 Şubat 2018 Perşembe

Füruzan Diye Bir Öykü...


                           "Ben sana kürk alamam doğrusu
                             Güzel bileklerine bilezik alamam.
               Bir kap yemek, bir elbise,
                         Öyle bir tat var ki fakirliğimizde
                        Başka hiçbir şeyde bulamam.”
                                                      Turgut Uyar



Füruzan da yazdığı öykülerinde bu tadı bırakıyor insanın yüreğinde. Yoksulluğun, yokluğun içerisinde sarmalanmış sıcacık insanlar, acıyla, umutla, bazen de çaresizlik içinde bir kabullenişle…


Öykülerde anne ve kızlarının hikayelerini kimi zaman anne, kimi zaman çocuklarının bakış açısıyla izliyoruz. Kahramanlar kalabalıklar içerisinde ya da kendi içlerinde yalnızdırlar. Anne ve kızları birbirine yabancı olabildiği gibi, çocuklar da günlük uğraşının getirdiği sorumluluklar ve daha alt sınıftan olmaları nedeni ile yalnız ve toplum içerisinde de sosyal olarak kabul görmemektedirler. Üzerinde düşünüldüğünde insanın yüreğini sızlatan bu hayatlar, Füruzan’ın satırlarında küçük ayrıntılar ardında ve doğal akışında, usulca verilir. Usulca girer öykü yüreğinize ve üzerinde düşünüp odaklanırsanız eğer bir vida gibi gömülür içinize… Yazdıklarında yüksek bir adalet duygusu, temelinde varsıllık ve yoksulluk ile iç içe “insan” vardır... Unutulmaz öykülerinin başında tabii ki adeta Füruzan’ın adı ile birlikte anılan “Parasız Yatılı” geliyor. Küçük kızın parasız yatılı okuldaki çocukların da yoksul olup olmadığını sorguladığı ve yoksul oldukları cevabına sevinerek o halde ben bu okulu kazanırım, orada arkadaşlarım da olur deyişi unutamadıklarımdan… Küçük kızın yoksul olduğu için dışlanmış ve yalnızlaştırılmış hayatı daha güzel anlatılamazdı. Nehir adlı hikayeden, Su Ustası Miraç’a küçük kızın evrilerek, dünün mazlumunun bugünün zalimi oluşunu okuruz. Satır aralarında öyküyü okurun zihninde kurgular Füruzan… Bütün karakterler içimizde kendi yollarını bulurlar… Benim Sinemalarım ve Kuşatma adlı öykülerde küçük kızların bilinç gelişimi ile batağa sürüklenişlerini, çaresizliklerini… Yoksulluğun çıkışı olarak görülen, çocukların mutlaka okutulması gerektiği telaşını… Bugün de toplumda aynı çaresizliklerin ve aynı uçurumların var olduğunu, hiçbir gelişmenin olmadığını bilerek… Aynı zamanda bugünün gelişen teknolojisi ile bu uçurumun daha da derinleştiği, yoksulun, “Edirnenin Köprüleri” adlı öyküdeki çocukların “Bilmezdik biz fakir olduğumuzu” dediği gibi mutlu ve sevgi dolu bir yoksulluk yaşama şansı bulunamıyor maalesef. Her mecrada varsıllığın ve tüketimin ön plana çıkarıldığı bu dönemde, yoklukta çocuk olmak, isteyip ulaşamamak daha büyük acılara sebep oluyor.

Parasız Yatılı kitabı için son dönemde Haydar Ergülen'in "Sen Güneş Kokuyorsun Daha" adlı şiir kitabında özel bir bölüm var ve bu bölümde kitaptaki tüm öyküler, basılış sırasına göre şiir olarak yerini alıyor. Zaten şiir gibi yazan Füruzan'ın öyküdeki satırları çoğu yerde birebir kullanılmış ve harika şiirler çıkmış ortaya... Füruzan'ın karakterlerine özlemin daha kısa zamanda giderilebileceği müthiş bir kaynak oldu benim için. 


Bütün bu öykülerin yanı sıra Füruzan’ın hayatı ve hayata karşı duruşu müthiş etkiliyor beni. Okuma yazmayı okula gitmeden küçük yaşta öğrenen Füruzan, okumaya tutkuyla bağlanıyor ve hayatı boyunca devam ettiriyor. Bir söyleşisinde kendi kendini eğittiğini dile getiriyor. Konuşurken adeta hipnotize ediyor insanı kullandığı güzel türkçe ve anlatımındaki akıcılık, duraksamadan bir kitap gibi dökülen sözcükler insanın içine işliyor. 68 Mayıs’ında yazmaya başlıyor Füruzan ve hala bilgisayar kullanmıyor, internet kullanmıyor. Kendi ile ilgili yazıları aralarının iyi olduğu zamanlarda kızı basarak getiriyor.

15 yıl önce okuduğum o güzelim öykülerin bir çoğunu tekrar okudum son günlerde ve özellikle son üç günüme, YKY’den çıkan ve Tüyap fuarı için hazırlanan kitabı “Füruzan diye bir öykü” ile Füruzan adeta yanı başımda, kulağıma fısıldar gibi eşlik ediyor. Ne kadar dolu dolu bir okuma, öğrenme aşkı ve hayata karşı bitmez tükenmez bir merakla bakıyor Füruzan… Dün ne ise bugün de aynı tutku ile. Hayatı, önemli durakları ve yazmaya başlama sürecini birebir kendi ağzından okuma fırsatı buluyor okur. Yıllardır biriktirdiği hayat gözlemlerini bir sohbet havasında dinlercesine okumak müthiş bir keyif verdi… Son sayfalara yaklaştığımda bitmesin diyerek okudum tüm o satırları. Bittiğinde özleyeceğimi bilerek...

“İç Denizin İlk Geçilişi” adını verdiği romanının üzerinde yıllardır çalışıyor. Hatta “Sevda Dolu Bir Yaz” bu romanı yazarken araya girmiş. Umarım en kısa zamanda tamamlar ve yeni bir Füruzan romanı okumanın keyfine varırız. Keşke daha çok yazsa… Daha çok söyleşiler, röportajlar yapsa dediğim dolu dolu bir kadın. Beni annem ve İstanbul eğitti diyor kitabında… Kentler birer birey yetiştiricilerdir diye ekleyerek. Kitapta İstanbul’un izlerini de sürüyorsunuz onunla birlikte. Tam bir İstanbul Kadını, İstanbul aşığı... Sağlıkla ve huzurla nice güzel yaşları olsun ve bol bol yazsın dilerim…