25 Eylül 2013 Çarşamba

Küçük Kara Balık


Ailesinin kuşaklarca yaşadığı, sorgulamadan sadece var olduğu, kendisinin de içine doğduğu derenin sınırlarını merak eden, gördüğü ile yetinmeyip, başka diyarları düşleyen bir balığın hikayesi… Tabii her farklı düşünen, düşündüğünü belli eden kişinin düşeceği yalnızlığın içerisinde… Çevresindeki herkes onu bulunduğu derenin ötesinde bir hayat olmadığına inandırmaya çalışırken, o içindeki sesi dinleyerek her şeyin bir sonu varsa, gecenin, gündüzün, yazın, kışın, bu derenin de bir sonu olmalı der ve büyük denizleri hayal eder. Sadece hayal etmekle kalmayarak herkesin, annesinin dahi onu yolundan çevirme girişimine kulaklarını tıkayarak “Balıkların çoğu yaşlandıkları zaman ömürlerini boşu boşuna geçirdiklerinden yakınırlar. Sürekli sızlanır, lanet okur, her şeyden şikayet ederler. Ben bilmek istiyorum; gerçekten de yaşamak dediğimiz şey şu bir avuç yerde yaşlanıncaya kadar dolaşıp durmaktan mı ibaret; yoksa dünyada başka şekilde yaşamak da mümkün mü?”  der ve yola koyulur. Yola revan olunca görür ki, karşılaştığı tüm canlılar, kendi dünyalarından başka dünyaları değil hayal etmek, var olabileceklerini dahi akıllarına getirmiyorlar.
Küçük Kara Balık, yoluna çıkan canlıları inceleyerek onlara sorular soran, merak eden, yeniyi arayan ve var olanı sorgulayan kendi küçük ama aslında kocaman bir balık. Denizleri düşlüyor ve derelerden, ırmaklara tüm bu yolları geçerken, kendini büyük denizlere, bu denizlerin büyük zorluklarına alıştırıyor. Gözünün gördüğünü, aklının söylediğini dile getiren bir balık. Bu yüzden yalnız devam ediyor keşif yolculuğuna ve tüm zorluklara tek başına göğüs geriyor. Ve farkında büyük denizlerde onu nasıl tehlikelerin beklediğinin: “Her an ölümle burun buruna gelebilirim. Yaşadığım sürece onun işini engellemek için elimden geleni yapacağım. Kuşkusuz ölümden kaçamayacağımı anlayınca gözümde önemini yitirir o, önemsiz olur. Önemli olan benim yaşamım ya da benim ölümümün başkalarını nasıl etkileyeceğidir…” der denize ulaşıp kabına sığmadığı ve karşılaştığı bir balık sürüsünün onu tehlikelere karşı uyarmasının ardından. Tıpkı yüzyıllar öncesinde Lucretius’un “Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yokum; o halde korkacak ne var?” demesi gibi. Bu düşüncelerle dalgınlaşan Küçük Kara Balık, birden kendisini bir balıkçılın gagasında bulur. Bu balıkçıldan kurtulmak için çareler ararken küçük kırmızı balıkla karşılaşır ve onu bulunduğu umutsuz durumdan kurtararak denize kavuşturur, ancak küçük kırmızı balık ne kadar beklediyse de bir daha Küçük Kara Balık’ı göremez. Kitapta bu hikayeyi babaanne on iki bin yavrusuna anlatmaktadır ve hikayenin sonunda, dinleyen on iki bin balık hep birlikte Küçük Kara Balık’a ne olduğunu merak ederler. Babaanne onu da başka bir zaman anlatacağını söyleyerek balıkları uyumaya davet eder ve hikaye şöyle biter: “Ama küçük bir kırmızı balığı bir türlü uyku tutmuyordu. Bütün bir gece hiç gözünü kırpmadan denizi düşündü durdu…”
Bu “çocuk” kitabında anlatılan hikaye aslında gerçek dünyayı betimliyor, gerçek dünyanın kötülükleri ve güzellikleri ile… Tıpkı Küçük Kara Balık gibi, yaşlandığında bugün bildiğinden daha fazlasını bilmek ve daha fazlasını keşfetmek, yaşamak, fark yaratmak isteyen, dogmaları, kurulu düzeni sorgulamadan kabul etmeyen herkesi büyük denizlere sürüklüyor. Büyük denizlerden okyanuslara uzanan yolda, bütün bu güzellikleri yaşarken insan tabii ki bir bedel ödüyor ancak güzel sularda seyrediyor. Bambaşka diyarlarda dolaşıyor. Risk almadan yola devam edilmiyor. Sorgulayan, başkasının bildiğini sünger gibi emmeden kendi bilincinin süzgecinden geçiren bireylerin masalı Küçük Kara Balık… Yediden yetmişe her daim okunası, okutulası bu kitap, 1980 ihtilali sonrasında Türkiye’de de, masalın ana vatanı İran’da, hem kitabın, hem yazarının uğradığı yasağa kurban gidiyor. Sistemi sorgulayan, denizleri düşleyen, hayallerinin peşinden giden her birey potansiyel bir tehlike oluşturuyor çünkü… Tıpkı kitabın giriş sayfasında dile getirilen; Samed Behrengi’nin Aras Nehrinde ölü bulunması ve kimsenin boğulduğuna inanmaması gibi. Çünkü her türlü baskı rejimine karşı çıkan, ülkesinde hüküm süren Şahlık sistemini eleştiren, yazdığı masallarla, hikayelerle bu duyguları pekiştiren, tüm dünyada sevilip, sayılan bu ölümsüz kitabın yazarı Küçük Kara Balık’ın ta kendisiydi. Korkusuzca yola çıktı büyük denizlere ve zamana karşı yol alırken bırakmadı çocuksu cesaretini geride. Yine eski zamanlardan yükselen Lucretius’un “Çocukların kör karanlıktan korktuğu gibi bizde aydınlıktan korkarız, çocukların karanlıktan dehşetle beklediklerinden daha korkunç olmayan şeylerden...” dediği gibi üstüne gitti tüm karanlıkların. Aydınlıkla üstesinden gelinebileceğini bilerek tüm korkuların.
Küçük Kara Balık, kendi küçük deresinde ertesi gün bir balıkçı oltasına takılıp gidebilirdi, o ise büyük denizlerin izinden gitti… Hem yaşamı, hem de ölümü ile karşılaştığı tüm canlıları etkiledi… Tam da hayal ettiği gibi arkasında denizi düşleyen küçük kırmızı balıklar bıraktı, bu küçük kırmızı balıkların bir gün küçük kara balık olarak denizin peşinden gideceğini düşleyerek…

19 Eylül 2013 Perşembe

Hayat Güzeldir / Acıları Oyun Yapmak


“Hayat Güzeldir” filmi, II. Dünya Savaşı zamanında karısı ve oğlu ile birlikte Yahudi kamplarına götürülen Yahudi bir babanın (Guido), çocuğunu (Giosue) bu korkunç trajedi ve ölümden korumak için gerçekleştirdiği müthiş savaşı anlatıyor. 1998 Cannes Film Festivali'nde Büyük Ödül'ü kazanan ve 1999'da 7 dalda Oscar'a aday olan film, en iyi yabancı film, en iyi erkek oyuncu ve en iyi müzik dallarında bu ödülü kazandı. Filmi izlediğimde bütün bu ödüllerin yanında en mükemmel insanlık ödülü de benden işlenen konuya gitti. Keşke her çocuğun çevresinde; onun güzel, masum dünyasını her türlü kötülükten koruyacak böyle bir melek bulunabilse… Aslında öncelikle çocukların dünyasını karalara bulayacak ortamların olmaması istenen. Sonuç olarak tüm keşkeler gibi maalesef sadece hayal edilen.

Filmde Guido; içerisinde bulundukları ortamı, bir oyun bahçesine dönüştürerek, oyunun sonunu başarıyla getirmeleri durumunda büyük ödülün doğum gününde almasını istediği tank olacağını söyler. Yaşanan tüm zorluklar ve kötü koşullar oyunun bir parçası olup, bütün bunların büyük ödülü kazanmaları için ödemeleri gereken bedel olduğunu anlatır. Gerekli olan 1000 puanı topladıklarında oyunu ve tankı kazanabileceklerdir. Böylece küçük Giosue, toplama kampında aslında olması gereken ruh halinde hiç olmayıp, babası ile oynadıkları oyunun sihirli duvarlarıyla korunup acı çekmemiş, hayalleri ve düşleri çocuk kalabilmiştir. Bu son derece etkileyici filmin sonunda Giosue dört buçuk yaşında Amerikan askerlerinin kampı ele geçirmesiyle kurtulur; ancak ne yazık ki babasını kaybeder.

Giosue babasının acıları oyun yapması sayesinde kendi küçük güzel dünyasında en acı ortamda dahi hayata tutunabilmiş, çocuk ruhunu koruyabilmiştir. Acıları oyun yapmak… Hayatı bir çocuğun kalbinden yorumlamakla, onun gözleriyle görmekle mümkün olabilir ancak. Ve tüm güzellikler gibi emek gerektirir… Ancak gerçek hayatta her çocuk benzer şanssızlığın içinde aynı şansı yakalayamamaktadır. Maalesef dünyanın acımasız düzeninde faturalar ilk önce çocuklara çıkarılıyor. Çocuklar hayatın acı ve kirli yönüyle tanışıyor, minik yürekleri hayatın, en yürekli yetişkinleri dahi çaresiz bırakacak zorlukları ile mücadele etmek zorunda bırakılıyor. Pırıl pırıl gözlerdeki hayal kırıklıkları, bir güneşin ufukta usulca erimesi gibi, geride kıpkırmızı hareler bırakıyor. Bu acıyla katmerleniyor çocuk yürekleri, minik hayalleri. Dünyadaki bütün güzellikleri hak eden çocuklarımıza, nasıl bir dünya sunuyoruz? Ülkeler kendi çıklarları doğrultusunda savaşıyor ve yine en başta bu diyeti çocuklar ödüyor. Bütün bu çıkar çatışmalarının içinde onların bugünleri, gelecekleri karalanıyor. Yaşanan tüm bu olumsuzlukların, bir bileğin kırılması, bir uzvun ağrıması gibi belirgin ve tedavi edilebilir olmanın ötesinde ve çok daha ilerisinde psikolojik olan ve her görünmeyen yara gibi üstüne gidilmeyen, tedavi edilmeyen, gitgide açılan yaralar halinde geleceğe uzanan bir yönü de var.

"Sözsüz, yazısız, toplumsuz ve hepsinden kötüsü sure giden korku ve zora bağlı ölüm tehlikesi ve insan yaşamı, yalnız, yoksul, kaba, kötü ve kısa."
Thomas Hobbes (1651)

Ne yazık ki 1651 yılında söylenmiş bu söz, bugünün de genel fotoğrafını veriyor. Toplumların modernleşmesi ile birlikte savaş alanları artık sivil halkın yaşadığı, günlük hayatın geçtiği sokaklar, meydanlar, parklar… Politikanın insan yaşamının önüne geçtiği günümüzde, bir çocuğun hayatının ne yazık ki yeri yok dünya siyasetinde. Halbuki bir tek çocuğun hayatı dahi paha biçilemezken nasıl olur da kanıksanır bunca kayıp? Çocuklarımız gökyüzündeki milyonlarca yıldız gibi, ışıl ışıl gülümsüyorken güzel gözleri, dilerim ki karartmasın dünya üzerindeki hiçbir kötülük o masum yüzleri…

Her kayıp, savaşın olduğu, çocukların kötü muameleye uğradığı, acı çektiği her coğrafyadan gelen her bir görüntü, vicdanını yitirmemiş, çıkarlarının insan olmanın önüne geçmediği yüreklerde derin yaralar açıyor. Aziz Nesin’in dediği gibi “Öyle bir ölsem / Öyle bir ölsem çocuklar / Size hiç ölüm kalmasa.” dedirtiyor…


Bir gün çocuksu düşlerin, gerçek hayata galip gelmesi dileğiyle…

17 Eylül 2013 Salı

30=Eşik


“Bazen daha fazladır her şey,
Bir eşikten atlar insan…”

Sezen Aksu
Eşikler içerisi ve dışarısı arasında yer alır, eğer bir eşikte isen ne içerde ne de dışarıdasındır artık… Bazen iki oda arasındaki kot farkını kapatmak, bazen dışarı ve içeri arasında yağmur suyu, toz, toprak girmesin diye yapılır eşikler…Ruhsal olarak Türk Dil Kurumu’na göre "bir tepkinin başlamasında, ortaya çıkmasında etkili olan ruhsal, fizyolojik nokta” dır eşik. Bir türlü basılamayandır, basılmaması gerekendir. Eskilere göre ya kutsal olduğu için, ya cinlerin yeri olduğu için, ya oturanın çocuğu olmayacağı için, ya evlenemeyeceği için basılması yasak bölgedir… Eskiler tekinsiz bulur eşikleri… Uğursuz sayarlar… Bana göre arada bir eşikte durup içeriye ve dışarıya bakmakta fayda vardır. Ruhunun nereye ait olduğunu sorgulamakta… Ama en nihayetinde eşik eşiktir, ataların dediği gibi tekinsiz yönleri elbette vardır ve insan ruhu yaş alıp belli bir yere geldiğinde bir yere ait olmayı arar… Eşik araftır, aradadır, ne içeriye ne de dışarıya aittir… Bir kararla kararsızlık arasındaki o bulanık anda, çok fazla demir atmamak gerekir. Eşikte durup baktığında içerinin bildik dingin sularındaki huzurla, dışarının bilinmez rüzgarlarında yaşanacak maceraların kaosu arasındasındır… Eşikte bir anlamda güvende hisseder insan kendini, dilediği anda içeriye girebilir ya da eşikte durup bilinmeze göz gezdirebilir. Ama yanıltıcıdır bu kaygan bölge… İçerinin sıcaklığı da dışarının rüzgarı ile azalacaktır eşikte durdukça… Ya içeride, ya dışarıda olunmalıdır bir süre sonra. Ve kapı sımsıkı kapanmalıdır ardından… İçeriyi de dışarısı yapmadan önce… İnsan, dışarıya da çıksa içerisinin sıcaklığını bozmamalıdır bence… O yüzden eşik cesaret gerektirir, ama zor iştir… Nihayetinde severim eşikleri, onları geçmeyi…

“ve bir kadın beyaz, sakin, büyülü
göğsünde kanayan bir zaman gülü
mahzun bakışlarla dinler derinde
olup olmamanın eşiklerinde.”
Ahmet Hamdi Tanpınar


30 yaş… Genç olmak için yaşlı ve yaşlı olmak için de çok genç olunan bir yaş… Bir eşiktesindir yine ama zaman bu eşikte ne kadar kalacağını belirleme lüksünü tanımaz sana… 30 yıl bir çırpıda nasıl geçtiyse, hemen atlarsın bu eşikten de… Oysa işte böyle bir eşikte konaklama şansı olsa insanın… İnsanın kendini daha çok sorguladığı bu dönemde yara almadan daha da güçlenerek olgunluğa doğru kendi kendine yenilmeden yol almaya çalışmak lazım… Artık geçen zamanın deneyimiyle insanlara daha az şaşırıyor ve onları daha az ciddiye alıyorsun ve kendini onlardan korumayı öğreniyorsun… Aynı anda her şey olamayacağını, sabretmeyi öğreniyorsun, acı olsa da fark ediyorsun…30 yaş bir kadının en güzel yaşı… Bir suyun damıtılması, çayın demlenmesi, rakının üzerine suyun usulca dökülmesi gibi… İnsanın elindekilerin değerini daha çok anlamaya başladığı bir dönemeç…

30’lu yaşlarınla birlikte artık barışmaya başlıyorsun kendinle. İlk gençliğinde seni çok zorlayan, hatta nefret ettiğin kusurlarını bile sevmeye başlıyorsun. Kendinle yüzleşiyor ve tüm bunları bir avantaja dönüştürebiliyorsun, tabii eğer istersen… Kaz ayakların daha çok belli oluyor güldüğünde ve aslında gülüşlerin derinleşiyor, anlam kazanıyor görmesini bilene. Daha çok anı, daha çok kitap, daha çok sevgi biriktirmek istiyorsun yarına...

Dünya üzerinde öyle çok acı ve ölüm var ki… Artık bütün bu hüzünler daha çok oturuyor insanın yüreğine… Sanki bütün haksızlıklar bir çığlık gibi kopuyor içimde. Bir yolculuksa hayat ve sonu belli değilse, güzel bir dönemece girdiğini hissediyorusun… Bunca yalnızlık ve ölümün içinde 30’unu görmenin mutluluğunu yaşıyorsun. Her bebeğin, her masum çocuğun, insanın, gencecik yüreğin ölümünde bir parça utanıyorsun... Ne mutlu eğer yalnız değilsen bu yolda… İnsan, ancak dostlarıyla atlatabiliyor bütün bu rutinleşen trajedileri, ölümleri. Biliyorsun ki ancak bir dost kaldırabilir seni düştüğün yerden… Sadece güzel dostlar ve anılar kalıyor zamanın imbiğinden süzülüp yarına… Ve ancak bunlar bir parça huzur veriyor insanın ruhuna. Bu özel yaşta kendi adıma, dilerim sular durulsun, sakin güzel bir bilgelik kalsın geride… Hayatın anlamı daha da demlensin yüreklerde…

Atlayacağımız eşiklerden biri de 30 yaş ise, bu eşikten atlarken, çocuksu gülüşleri, masumiyeti, güzel bir dünya hayalini ve  geleceğe dair umutları geride bırakmamalı hiçbir zaman.  İnsan 100 yaşına da gelse yaşama sevinci ve mutluluğun anahtarı bu servette yatıyor bence…Bir eşikten atlayarak değiştirirken mekanı, hep daha iyi ve güzele evrilmek asıl gaye...